Elfâz`ın tekili olan lâfız; söz, sözcük ve ifade demektir. Küfür ve küfr ise "kefera" fiilinden mastar olup, sözlükte; bir şeyi örtmek anlamına gelir. Kalbindeki imanını örten kimseye de bu yüzden "münkir" veya "kâfir" * denilmiştir. Bir terim olarak, kişiyi küfre düşüren ve dinden çıkmasına sebep olan sözlere "elfaz-ı küfür" adı verilir.
Bir mümini küfre düşüren sözler üçe ayrılır. Bunları: istihza; dinin esaslarından birini alaya almak; istihfâf; inanılması gereken ve zarurat-ı diniyye denilen prensipleri küçümsemek, hafife almak: bir islâmi hükmü açıkça inkâr etmek veya dince mukâddes olan şeylere küfretmek.
Allahu Teâlâ`nın zatî, sıfatları, fiilleri, isimleri, emirleri, yasakları hakkında şaka yollu da olsa alay ederek konuşmak, bunları küçümseyici sözler söylemek ve Allah`a sövmek kişiyi dinden çıkarır (el-Fetâva`l-Hindiyye, II, 258). Âyette şöyle buyurulur: "Allah ile, O`nun âyetleriyle, O`nun Rasûlü ile alay mı ediyorsunuz? Boş yere özür dilemeye kalkışmayın. Siz imandan sonra küfre düştünüz" (et-Tevbe, 9/65 vd.)
Peygamberlik müessesesi ve peygamberlikte alay etmek, onları küçük düşürücü sözler söylemek sövme sayılır. Bu yüzden diğer peygamberleri veya Hz. Peygamber`i küçük gören alay eden ve O`na ezâ veren dinden çıkar. Ayetlerde şöyle buyurulur: "Şüphe yok ki, Allah`a ve Resulu `ne eziyet verenlere Allah dünyada ve ahirette lânet etmiştir. Onlara çok küçük düşürücü bir azap da hazırlamıştır" (el-Ahzâb, 33/57). "Münafıklardan öyleleri vardır ki, peygamberi incitiyorlar ve, `O her söyleneni dinleyen bir kulaktır` diyorlar. De ki, `O sizin için bir hayır kulağıdır. Allah`a da inanır, müminlere de. İman edenleriniz için bir rahmettir. Allah`ın Resulune eziyet verenlere ise acıklı bir azab vardır" (et-Tevbe, 9/61).
Ebû Hanife ve tâbileri, İmam Şafii, İmam Ahmed b. Hanbel ve İmam Mâlik gibi İslâm hukukçularının büyük çoğunluğuna göre, Hz. Peygamber`e söven kimse dinden çıkar ve öldürülmesi gerekir. Diğer peygamberlere söven de dinden çıkar ve öldürülür (İbn Teymiyye, es-Sârimü`l-Meslûl, Nşr. Muhammed Muhyiddin Abdülhamid, Mısır 1960, s.512, 565).
Mukaddes kitaplara ve Kur`an-ı Kerim`e sövmek veya bunların aslını inkâr edici sözler söylemek küfürdür. Kur`an`la, bir sûresi veya ayetiyle alay etmek, onu küçümsemek küfürdür (Aliyyu`l-Kârı, Şerhu`l-Fıkh`ı-Ekber, Mısır 1323 h., s.151 vd.; el-Heytemî, ez-Zevâcir, I, 30). Kur`an`ın Allah kelâmı değil de beşer sözü olduğunu söylemek de küfürdür. Velid b. Muğîre (ö.1/622) Kur`an hakkında şöyle demişti: "Bu ancak sihirbazlardan öğrenilip nakledilen bir sihirdir. Şüphesiz bu bir insan sözüdür". Yüce Allah da Velid hakkında "Ben de O`nu muhakkak cehenneme sokacağım`` (Müddessir, 74/24 vd.) buyurmuştur.
Meleklere sövmek, alay etmek, ayıplamak, onları küçük görmek küfürdür. Cebrâil (a.s.)`in vahyi getirirken hata ettiğini, Hz. Ali yerine yanlışlıkla Hz. Muhammed`e vahyi verdiğini söylemek de kişiyi dinden çıkartır (İbn Abidin, Reddu`l-Muhtâr, III, 292; el-Fetâva `l-Hindiyye, II, 266; Ahmet Saim Kılavuz, İman-Küfür sınırı, İstanbul 1982, s.132-133).
Ashâb-ı Kirâm`ı tekfir ederek, onların mümin olmadığını söylemek küfürdür. Sahâbeyi küçümsemek, alay etmek ve onlara buğzetmek ise bid`at ve sapıklıktır. Diğer mü`minleri tekfir edenin dinden çıkması ile ilgili hadislerin vâhid haber kabılinden olması konuyu kelâmcılar arasında tartışmalı hale getirmiş, sahâbeyi tekfir edenin kâfir sayılması hükmü ise aşağıdaki delillere dayandırılmıştır.
Ayetlerde ashâb-ı kirâm övülmüştür: "Müminler ağaç altında sana bey `at ettikleri zaman Allah onlardan razı olmuştur. Allah onların kalplerindekini bildi de, onlara huzur ve itminan verdi. Onları pek yakın bir fetih ve zaferle mükâfatlandırdı " (el-Fetih, 48/18). ``Muhâcirlerden ve ensârdan en ileri ve önce gelenlerle, iyilikte onlara tâbi olanlardan Allah razı olmuştur; onlar da Allah `tan hoşnut oldular, Allah onlara, altında ırmaklar akan cennetler hazırladı; Onlar orada ebedi kalırlar. İşte en büyük mutluluk da budur" (et-Tevbe, 9/100).
Sahâbeyi öven pek çok hadis de vardır. "Ashâbıma sövmeyiniz. Nefsim kudret elinde olan Allah`a yemin ederim ki, sizden biriniz Uhud dağı kadar altın infak etse, onların iki avuç veya bir avuç miktarındaki bağışına ulaşamaz `` (Müslim, Fedâilu`s-Sahâbe, 54; Ebû Dâvûd, Sünnet, 11; Tirmizî, Menâkıb, 59; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 111, II). "On kişi var ki, cennettedir: Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali, Talha, Zübeyr, Abdurrahman, Sa`d, Said ve Ebû Ubeyde" (Tirmizî, Menâkıb, 26). "Ümmetimin en hayırlısı aralarında bulunduğum bu nesildir. Sonra onları takip edenler, sonra onların ardından gelenlerdir" (Buhâri, Fedâilu`s-Sahâbe, I, Rikâk, 7). Sahâbeyi tekfir eden, bize Kur`ân-ı Kerîm`i tevâtüren nakleden bir nesli mahkum etmiş olmaktadır.
Âlimlere ve fakihlere sebepsiz yere sövmenin dinden çıkaracağına dair çeşitli fetvâlar verilmiş ise de, kendileri ayet ve hadislerle övülen sahâbelere sövenin bile kâfir değil sapık ve bid`atçı sayıldığı düşünülürse bu kimselerin fısklarıyla başbaşa bırakılması daha uygun olur (Aliyyü`l-Kâri, a.g.e., 156-159; el-Fetâva`l-Hindiyye, II, 270 vd.; el-Heytemi, a.g.e., I, 31; İbn Âbidin, Reddu`l-Muhtar, III, 293, Mecmuatü`r-Resâil, I, 360).
Hanefilerin çoğunluğu bir kimsenin sahabeye sövmeyi, onlarla alay etmeyi, onları küçümsemeyi helâl görüp bu fiilleri isleyecek olursa kâfir, helâl görmeden isleyecek olursa fâsık olacağını, söylemiştir. Ancak bazı Hanefi fakihleri, aynı sözler Hz. Ebû Bekir ve Ömer için söylenirse, söyleyenin dinden çıkacağını söylemişlerdir. Hanefilerden bir grup âlim ise, sahâbe büyüklerine sövenin siyaseten öldürülmesini câiz görür. İmam Mâlik, Hz. Peygamber`e sövenin öldürülmesi, ashâba sövenin ise te`dib amacıyla cezalandırılması gerektiği kanaatindedir. Ahmed b. Hanbel`e göre ise, sahâbeden birine söven kimse şiddetli bir şekilde dövülür (Aliyyu`l-Kâri, a.g.e., II, 410-411; İbn Abidin, Reddu`l-Muhtar, III, 293, Mecmuatü`r-Resâil, I, 359; İbn Teymiyye, es-Sarimu`l-Meslul, s.561).
Söyleyeni dinden çıkaran küfür sözlerinin bu sonucu meydana getirmesi için hür bir irade ve ihtiyarla söylenmesi gerekir. Tehdit, zor ve baskı altında küfür sözlerini söyleyen kimse zorlama tam ise, yani öldürme, kesme, bedene zarar verme ve şiddetli dövme tehdidi varsa küfür sözü söyleyebilir. Ayette şöyle buyurulur: "Kalbi imanla dolu olduğu halde, küfre zorlanan müstesna olmak üzere, kim iman ettikten sonra, küfre sine açarsa Allah`tan onlara bir azap vardır" (Nahl, 16/106). Bu âyet, küfre zorlanan kimsenin dinden çıkmayacağını gösterir. Nitekim Mekke müşrikleri, Yâsir ile hanımı Sümeyye`yi İslâm`dan dönmeleri için zorlamış, işkence altında ikisini de öldürmüştür. Yâsir`in oğlu Ammâr`ı da bir kuyuya atarak işkence yapmışlar, Ammar işkenceye dayanamayarak, kalbi imanla dolu olduğu halde, diliyle İslâm`dan döndüğünü söylemiş ve canını kurtarmıştır. Haber Hz. Peygamber`e ulaşınca, kendisiyle görüşmüş ve yine işkenceye maruz kallısa aynı sözleri söylemesine ruhsat vermiştir. Yukarıdaki ayet-i kerîme bu olay üzerine inmiştir (İbnü`l-Esir, Üsdü`l-Gâbe, I V, 130 vd.)
Önemli bir hatırlatma:
Küfür sözlerini söylemenin dini açıdan tehlikeli olacağı ifade edilmiş ancak bu sözleri söyleyenlere kafir oldun denilmemiştir. Kötü sözlerden sakınmak için söylenen bu sözleri her söyleyene kafir demek de sakıncalıdır. Çünkü söz küfür görünse bile sahibini kafir yapmayabilir. Kalpten inkar etmedikçe kafir olunmaz. Bunu da bilemeyeceğimize göre her küfür sözü söyleyene de kafir denilmez.
Buna göre insanları küfür sözlerden sakındırmak için bu açıklamaları yapmalı, ama bu sözleri söyleyenlere de "sen kafir oldun" denilmemelidir.
İslâm'ı inkâr eden, nimete nankörlük eden, uzak kalan, kaçınan, örten kimse. "Kefere" fiilinin ism-i fâili. Terim olarak, imanı olmayan kimseye verilen isimdir. Kalbinde imanı olmadığı halde, dışa karşı mü'min görünene "münâfık *", müslümanlığından sonra dinden dönene "mürted*" denir. İki ve daha çok ilâh olduğunu söyleyen, Allah'a başkasını ortak koşan kimseye "müşrik*", yahudilik veya hristiyanlık dinine bağlı olanlara "kitabî" veya "ehl-i kitap" adı verilir (et-Teftazâni, Şerhu'l-Makâsıd, İstanbul, t.y. II, 268 vd.).
Kur'ân-ı Kerîm'de "küfür" terimi ve türevleri pek çok âyette geçer ve imansız kimselerin nitelikleri, karşı karşıya bulundukları tehlikeler açıklanır. Yahudilerin İslâm'a çağrıldığı bir âyette şöyle buyurulur: "Elinizdeki Tevrat'ı tasdik edici olarak indirdiğin Kur'ân'a iman edin. Onu ilk inkâr edenlerden olmayın. Âyetlerimi basit bir değere değişmeyin. Ve yalnız Ben'den korkun." (el-Bakara, 2/41). Allah'a ortak koşanların durumu da şöyle açıklanır: Onlar Allah'ı bırakıp kendilerine fayda da, zarar da vermeyen şeye taparlar. Kâfir, Rabbine karşı olanların yardımcısıdır." (el-Furkân, 25/55).
Yahudi ve hristiyanların bozuk inançları yüzünden imansız durumuna düşmeleri hakkında şöyle buyurulur: "Şüphesiz ki: "Allah ancak Meryemoğlu İsa Mesih'tir", diyenler kâfir olmuşlardır. Ey Muhammed! Deki: "Allah, Meryemoğlu İsa Mesih'i, anasını ve bütün yeryüzündekileri helâk etmek istese, O'na kim engel olabilir? Göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin mülkiyeti yalnız Allah'a aittir. O, dilediğini yaratır. Allah her şeye kadirdir" (el-Mâide, 5/17) "Şüphesiz, Meryemoğlu Mesih (İsâ), Allah'ın kendisidir" diyenler kâfir olmuşlardır. Halbuki bizzat Mesih şöyle demiştir: "Ey İsrailoğulları, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin. Çünkü kim Allah'a eş koşarsa, şüphesiz Allah ona cenneti haram kılar" (el-Maide, 5/72). "Allah, şüphesiz üçün (üç Tanrının) biridir" diyenler kafir olmuştur. Halbuki bir tek ilâhtan başka hiç bir ilâh yoktur" (el-Mâide, 5/73).
Yahudi ve hristiyanların ilâh inancının, inkârcıları taklitten ibaret olduğu şöyle belirtilir: "Yahudiler; "Uzeyr Allah'ın oğludur" dediler. Hristiyanlar da: "Mesih (İsa) Allah'ı n oğludur" dediler. Bu, onların ağızlarıyla geveledikleri sözler olup, güya bununla, daha önce yaşayan inkarcıların sözlerini taklit ediyorlar" (et- Tevbe, 9/ 30).
Yukarıdaki âyetlerde, Allâhu Teâlâ hakkında küfrü gerektiren başı bozuk akîde veya inkâr halleri belirlenmiştir. Buna göre; Allah'ı inkâr etmek, O'na şirk koşmak, Allah'ın oğlu olduğuna inanmak, O'nun sıfatlarından birini bilerek inkâr etmek, kişiyi küfre düşürür. Allah'a şirk küfrün en büyüğüdür. Çünkü Allah'ın eşi ve benzeri yoktur. İhlâs sûresinde Cenab-ı Allah: "De ki: O, Allah'tır, bir tektir. O Allah'tır. Herkes ve her şey O'na muhtaçtır. O, hiçbir şeye muhtaç değildir. Doğurmamıştır, doğrulmamıştır. Hiçbir şey, O'nun dengi ve benzeri değildir" (el-ihlas, 112/1-4) şeklinde tanımlar. Şirk'in af kapsamı dışında bırakıldığı şöyle belirlenir: "Şüphesiz Allah, kendisine şirk koşulmasını asla bağışlamaz. Bunun dışındaki günahları, dilediği kimseler için bağışlar. Kim Allah'a eş tutarsa, şüphesiz pek büyük bir günah ile iftira etmiş olur" (en-Nisâ, 4/48). Diğer yandan şirki bırakarak tevbe ve istiğfar eden, akidesini sağlamlaştıran kimsenin ise affedilebileceğinden şüphe yoktur. Çünkü böyle bir kimse artık "müşrik" sıfatından kurtularak mü'min sayılır.
Allahü Teâlâ'yı yüceliğine uygun olmayan bir şekilde nitelemek, isim veya emirlerinden birisiyle alay etmek, hafife almak veya Allah'a noksanlık isnat etmek kişiyi dinin sınırları dışına çıkarır (el-Fetâvâ'l-Hindiyye, Bulak 1310, II, 258).
Ebû Hanîfe'ye (ö. 150/767) göre, Allahü Teâlâ'nın sıfatları kadim (evveli bulunmayan) olup, sonradan olma ve yaratılmış (mahlûk) değildir. Bu yüzden O'nun sıfatlarının yaratılmış olduğunu söylemek veya bu konuda şüpheye düşmek kişiyi dinden çıkarır (Ali el-Kârî, Şerhu'l-Fıkhı'l- Ekber, Mısır 1323 h. s. 22). İmam Şâfiî, Mâlik ve Ahmed b. Hanbel'e göre, Allah'ın ilmini inkâr eden kimse kâfir olur (İbn Teymiyye, Mecmau'l Fetâva, Riyad 1381-1386 h. XXIII, s. 349). Diğer yandan, Allah'ın rahmetinden ümit kesen ve azabından emin olduğuna inanan da küfre düşer. Cenab-ı Hakk, Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurmuştur. "Şüphesiz, kâfirlerden başkası, Allah'ın rahmetinden ümit kesmez" (Yûsuf, 12/87), "De ki: Ey kendileri aleyhinde sınırı aşanlar, Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah, bütün günahları yarlığar. Şüphesiz O, çok bağışlayıcı ve çok esirgeyicidir" (ez-Zümer, 39/53). "Büyük zararı göze alanlar gürûhundan başkası, Allah'ın azabı geciktirmesinden emin olmaz" (el-A'raf, 7/99).
Bu şekilde akîde bozukluğu olan kimse, kelime-i tevhid veya kelime-i şehâdet getirmekle, İslâm'ın sınırları içine girmiş olur. Hz. Peygamber bir hadisinde şöyle buyurmuştur: "İnsanlarla onlar, Lâ ilâhe illallâh (Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur) deyinceye kadar savaşmakla emrolundum. Bunu söyledikleri zaman, haklı durumlar dışında kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Artık onların işi Allah'a kalmış bulunur" (eş-şevkânî, Neylü'l-Evtâr, VII, 197, vd.; Zeylaî, Nasbu'r-Râye, III, 379).
Peygamberlik müessesesini kökten kabul etmemek veya herhangi bir peygamberin nübüvvetini inkâr da küfürdür. Bu yüzden diğer peygamberleri kabul etmekle birlikte Hz. İsa ve Hz. Muhammed'i Allah elçisi olarak kabul etmeyen yahudiler, yine Hz. Muhammed'in peygamberliğini tanımayan hristiyanlar küfre düşmüşlerdir (Alîel-Kârî, a.g.e, s. 50; el-Fetâvâ'l Hindiyye, II, 263; el-Gazzâlî, el İktisad, Mısır, t.y. s. 112).
Peygamberlik müessesesini inkâr edenler, yalnız "Allah'tan başka ilâh yoktur" kelime-i tevhîdini söylemekle İslâm'a girmiş olmazlar. "Hz. Muhammed (s.a.s)'in, Allah'ın kulu ve elçisi olduğuna şahitlik ederim" anlamındaki kelime-i şehadeti de ilâve etmeleri gerekir. Yahudi ve hristiyanlar gibi başka bir dine mensup olanların ise İslâm'a girebilmeleri için inanarak kelime-i şehadet getirme yanında önceki dini ile bir ilişkisinin kalmadığını da ifade etmesi gerekir. Bu gibi kimselerin; "Ben mü'minim ben müslümanım, inandım ve İslam'a girdim" gibi sözleri yeterli olmaz.
Çünkü bu sözleri kendi dinlerini sürdürürken de söylemiş olabilirler. Bu takdirde hem yahudi, hem müslüman veya hem hristiyan hem de müslüman tipi ortaya çıkar ki, bu durum İslâm'ın özü ile bağdaşır nitelikte değildir, (el-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletüh, Dımaşk, 1404/1984, VI, 427).
Bir peygambere ilâhlık isnat etmek de küfürdür. Nitekim hristiyanlar Hz. İsa'nın Allah olduğunu söyledikleri için kâfir sayılmışlardır (bk. el-Mâide 5/17, 72).
Kur'ân-ı Kerîm'in tamamını, bir sûre, bir âyetini veya bir hükmünü, bir emir ve yasağını inkâr etmek küfürdür. Yine Kur'an'dan oluşu konusunda icmâ (ittifak) bulunan bir kelimeyi veya tevâtür yoluyla sâbit olan bir okuyuş tarzını inkâr etmek, Kur'ân'a bir şey ilâve etmek küfürdür. Kur'ân'ı Kerim'in kendisi, -bir sûresi veya bir âyeti ile alay etmek, onu küçümsemek ve hafife almak da, kişiyi dinin sınırları dışına çıkaran hallerdendir (Ali el-Kârî, a.g.e s. 151; el-Fetâvâ'l Hindiyye, II, 266; A.Saim Kılavuz, İman Küfür Sınırı, İstanbul 1982, s. 114-115).
İslâm'da iman konuları bir bütündür. İnanılması gereken esaslardan herhangi birisini inkâr etmek bütünü inkâr anlamına gelir. Allah'la, Rasûlünün arasını ayırmak, Kur'ân'ın bir bölümüne iman edip bir bölümünü inkâr ederek (el-Bakara, 2/85) müslümanlığını sürdürmek mümkün olmaz. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulur: "Allâh'ı ve peygamberini inkâr ederek kâfir olan, biz bir kısmına inanırız bir kısmına inanmayız diyerek Allah ve Rasûlü'nün arasını ayırmaya kalkışan ve böylece imanla küfür arasında bir yol tutmaya çalışan kimseler, gerçek kâfirlerin ta kendileridir. Biz o kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır" (en-Nisâ, 4/150 151). Allahü Teâlâ bu âyetlerle, kendisini ve peygamberlerini inkâr eden yahudi ve hristiyanları tehdit etmektedir. Çünkü onlar Allah'la elçilerinin iman konusunda arasını ayırmaktadırlar. Bazı peygamberlere inanırken, bazılarını da tanımamaktadırlar. Bu, sırf atalarını bu inanç üzere bulmaktan ve duygusal düşüncelerden kaynaklanan, delilsiz, hevâ ve hevese dayalı kanaatlerden ibarettir. Bunun sonucu olarak yahudiler Hz. İsa ve Hz. Muhammed'e iman etmediler. Hristiyanlar da kendilerinden sonra gelen Hz. Muhammed'i kabul etmediler. Halbuki peygamberlik müessesesine iman, Allah'ın yeryüzüne gönderdiği bütün peygamberlere imanı gerektirir. (İbn Kesir, Tefsir, İstanbul 1985, II, 396-397). İslâm'ın çıkışı sırasında Hicaz'da yaşayan yahudiler, Hz. Muhammed'in büyük bir peygamber olarak gönderilişini kıskandılar, bu yüzden ona karşı çıkarak, yalanladılar, hatta Medîne döneminde onunla savaş yaptılar. Ancak yenildiler ve daha sonra Hicaz bölgesinden sürgün edilerek uzaklaştırıldılar. Onların daha önceki peygamberlere olan eziyet, zulüm hatta öldürme hareketleri Kur'an-ı Kerim'de şöyle anılır:
"Hani siz; "Ey Musa, biz yalnız bir çeşit yemeğe sabredemeyiz, bizim için Rabbine dua et de yerin bitirdiği şeylerden, bakla, salatalık, mercimek soğan çıkarsın" demiştiniz. Dedi ki: "Size daha hayırlı olanı, böyle daha aşağı olanla değiştirmek mi istiyorsunuz? Öyle ise Mısır'a çekip gidin, istediğiniz şeyler orada bulunur". Onlara zillet ve meskenet vuruldu, Allah'tan gelen bir gazaba uğratıldılar. Bu durum, Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri ve haksız yere (Zekeriya, Yahyâ ve Şuayb'ı ve diğer) peygamberleri öldürmelerinden dolayı başlarına geldi. Bu, onların isyan etmelerinden ve taşkınlıklarından dolayı idi" (el- Bakara, 2/61).
İslâm ümmeti Cenab-ı Hakk'ın yeryüzüne gönderdiği, Kur'an'da ismi zikredilen veya edilmeyen tüm peygamberlere inanır. Bu yüzden, önceki semavî dinlerin peygamberleri olan Hz. Davud, Hz. Musa ve Hz. İsa gibi peygamberlere ve onlara verilen ilâhî kitapların bozulmamış asıllarının vahiy ürünü olduğuna inanmak mü'min sayılmanın gereğidir. Bunlardan birisini meselâ Hz. İsa'nın peygamberliğini veya ona inen İncil'i inkâr eden bir müslüman, dinin sınırları dışına çıkar. Durum böyle olunca İslâm inancı evrensel niteliklere sahiptir. Kökende yahudi ve hristiyanlığın bozulmamış orjinal şekillerini de kapsamına almaktadır. Zaten Kur'an-ı Kerim pekçok âyetlerde İncil ve Tevrat'ta sonradan yapılan değişiklikleri ve bu dinlere sokulan hurafe ve inanç bozukluklarını haber vermektedir. Buna aşağıdaki âyeti örnek verebiliriz: "Şüphesiz; "Meryem oğlu mesih (İsa) gerçekten Allah'ın kendisidir" diyenler kâfir olmuşlardır. Halbuki Mesih (İsa) şöyle demişti: "Ey İsrail oğulları, benim ve sizin Rabbiniz olan Allahü Teâlâ'ya ibadet edin""Kim ki, Allahü Teâlâ'ya eş koşarsa, hiç şüphesiz Allah ona cenneti haram kılmıştır. Onun varacağı yer ise ateştir. Zulmedenlerin de onları ateşten kurtaracak hiçbir yardımcıları yoktur" (el-Mâide, 5/72).
Kur'ân-ı Kerim'de veya sahih hadislerde bildirilen ve üzerinde ihtilâf bulunmayan İslâmi emir ve yasaklardan birisini inkâr etmek küfürdür. İçki, kumar, zina gibi yasakları helâl saymak bu niteliktedir. Ancak "büyük günah (kebîre)" denilen haramları işlemenin kişiyi dinden çıkarıp çıkarmayacağı İslâm'ın ilk asırlarında bilginler arasında tartışılan bir konudur. İbn Ömer'den (r.a) büyük günahların dokuz tane olduğu rivâyet edilmiştir. Bunlar şunlardır: Allah'a şirk koşmak, haksız yere bir insanı öldürmek, namuslu kadına zina iftirası yapmak, savaştan kaçmak, sihir yapmak, yetim malı yemek, müslüman olan ana-babaya itaatsizlik yapmak, haramda ısrar etmek. Ebû Hureyre buna faiz yemeyi, Hz. Ali ise şarap içmeyi eklemiştir. Bu arada; zararı yukarıda sayılanlar kadar veya daha büyük olan her günahı kebîre sayanlar olduğu gibi, Allah ve Rasûlü'nün karşılığında ceza koyduğu her yasağı büyük günah kabul edenler de olmuştur. Bu konuda ez-Zehebî (ö. 748/1437), özel bir eser kaleme alarak yetmiş tane büyük günahın açıklamasını yapmıştır (ez-Zehebî, Kitâbu'l-Kebâir, Beyrut, 1355/1933).
Hz. Ali'nin halîfeliği sırasında ortaya çıkan hâricî fırkası, amel'i imandan sayarak, büyük günah işleyenin dinden çıkacağını söylemiştir. Mu'tezile fırkası da amel'i imandan bir parça kabul etmiş, bu yüzden büyük günahın insanı mü'min olmaktan çıkaracağını, ancak hâricîlerden farklı olarak kâfir de yapmayacağını söylemiştir. Onlara göre, bu kimse "fâsık" adını alır, tevbe edinceye kadar imanla küfür arasında "menzile beyne'l menzileteyn" de kalır. Eğer tevbe ederek ölürse müslüman olarak, tevbe etmeden ölürse kâfir olarak ölmüş bulunur (Taftazânî, Şerhu'l-Akaid, terc. Süleyman Uludağ, İstanbul 1980, s. 262 vd.).
Ehl-i sünnet bilginlerine göre ise, büyük günah işlemek, inkâr bulunmadığı sürece kişiyi dinden çıkarmaz. Onların bu konuda dayandığı deliller şunlardır: İman kalbin tasdikidir. Bu sıfat devam ettiği sürece, sırf şehveti, geçici arzu ve istek, kıskançlık ve tembellik gibi etkilerin altında işlenen büyük bir günah kalbteki tasdike aykırı olmaz. Ancak bu, "haramı helâl sayma ve haram ve helâlı hafife alma" inanç ve duyguları içinde yapılırsa küfür olur. Diğer yandan âyet ve hadisler, âsî ve günahkâr olanlara "mü'min" ismini vermektedir. Şu âyetler buna örnek verilebilir:
"Ey mü'minler, Allah'a nasûh tevbesiyle tevbe edin" (et-Tahrîm, 66/8). "Ey iman edenler, sizin üzerinize kısas farz kılındı" (el-Bakara, 2/178)."Eğer mü'minlerden iki grup birbirini öldürürlerse aralarını bulunuz" (el-Hucurât, 49/9). Bu âyetlerde sözü edilen eylemler büyük günah niteliğindedir. Buna rağmen bu fiili işleyenlere Cenab-ı Hakk "mü'min" sıfatıyla hitabetmiştir.
Ehl-i kıbleden olup da büyük günah işledikleri kesinlikle bilinen kimselerin cenaze namazının kılınacağı ve bunlar için Allah'tan mağfiret dilenilebileceği Hz. Peygamber'den günümüze kadar, üzerinde görüş birliği bulunan bir konudur.
Kur'an-ı Kerim'de mü'minler büyük günaha karşı şöyle uyarılır: "Eğer nehyolunduğunuz büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin diğer günahlarınızı mağfiret eder, örteriz. Ve sizi şerefli bir yere (cennete) sokarız" (en-Nisâ 4/31; ayrıca bk. eş-Şûrâ, 42/37; en-Necm, 53/32). Bu âyette, büyük günahların af kapsamı dışında tutulması, onlar hakkında bazı dünyevî cezaların bulunması ve buna ek olarak uhrevî günahı için özel tevbe ve istiğfarın gerekli olması yüzündendir. Küçük günahların çoğu ise, özel bir tevbe ve istiğfara gerek kalmaksızın, namaz, oruç, hac, zekât, insanlara yapılan iyilikler, hayır ve hasenât gibi salih amellerin bir sonucu olarak kendiliğinden affedilmesi mümkündür (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 229). Hatta hac ibadeti, bazı büyük günahların da affedilmesine vesile olur. Çünkü, eksiksiz hac yapanın annesinden doğduğu gündeki gibi geçmiş günahlarının affedileceğine dair hadis-i şerifler vardır (Buharî, Muhsar, 9, 10; Nesâî, Hacc, 4; İbn Mâce, Menâsik, 3; Dârimî, Menâsik, 7; Ahmed b. Hanbel, II, 229, 410, 483, 494).
Kısaca Allah'ın emir ve yasaklarını, bütün İslamî hükümlerini kabul ederek İslam'ı bir nizam olarak görmek iman gereğidir. Bunlardan bir kısmını red etmek veya İslâm'ın çağımızda uygulanmasının mümkün olmadığını ileri sürüp bir hükmünü bile olsa red eden kimseler kâfir olur.
Hamdi DÖNDÜREN
Bir Müslümanın diğer bir Müslümanı kötülemek için, onun ağzına sövmesi onu kâfir yapar mı?
Bazı yerlerde ağıza sövmenin küfür sözü olduğu ve ağıza sövenin kafir olacağı yazıyor.
Değerli kardeşimiz,
Müslümanın veya müslüman olmayanın ağzına sövmek kişiyi kafir yapmaz. Ancak ağıza sövmeyi helal sayarsa veya bir Müslümanın Kuran okuduğundan dolayı ağzına söverse o zaman kafir olur. İşte kafir olur diyen alimlerimiz bunu kastetmişlerdir.
Yoksa bir kimsenin ağzına sövmek büyük günah ise de, asla onu kafir yapmaz, dinden çıkarmaz.
İslam dini her türlü kötülük ve incitmeye karşıdır. Çünkü, İslam insanı insan etmeye gayret ediyor. Hakiki insaniyet mertebesine ulaştırır. Bu nedenle İslam, insanı her türlü kemalat ve güzelliğe ulaştıracak emirleri verdiği gibi, her türlü rezillikten ve çirkinlikten uzaklaştıracak fiilleri de yasaklamıştır.
Bu külli kaidelerden hareketle diyebiliriz ki, küfür ve sövme dediğimiz karşıdaki insanları rencide ve rahatsız eden her türlü fiil, günahtır ve haramdır. Çünkü Müslümanları rencide etmek haramdır ve insanı günahkar eder. Hatta kafir bile masum ve hatasız olsa, onu rahatsız etmek İslam dininde yasaktır. Çünkü, Peygamberimiz (asm) şöyle buyurmuştur:
"Kim bir zımmiye eziyet etse, şüphesiz ben onun hasmıyım (düşmanıyım)."(el-Hindî, Kenzu’l-Ummal, IV / 618; el-Camiu’s-Sağîr, I / 1210)
Bazı fıkıh alimlerine göre, bir müminin ağzına sövülmesi küfrü gerektirir. Çünkü müminin ağzı iman ve Kur'an yeridir. Bununla beraber kişi küfre düşmemiş olsa da büyük günah işlemiş olur. Bunun küfrü gerektirmesi o kişiyi hemen kâfir yapmaz. Bu kişinin tövbe edip karşıdaki kişiyle helalleşmesi de gerekir.
Âhir zaman fitnesinin, inşallah, zevâle meylinin başladığı son devrini yaşıyoruz. Bazı çevrelerde günahtan kaçınmak âdetâ ayıp addediliyor. Namus, iffet, hayâ mefhumları kalabalık ana caddelerden süratle dar sokaklara, kenar mahallelere, kuytu evlere doğru koşuşuyorlar. Kendilerini bir evden içeri atıyorlar. Tam rahat bir nefes alacaklarken, karşılarındaki akıl almaz makine, dünyanın tâ öte ucundan görüntüler sergilemeye ve ışınlarla mermi yağdırmaya başlıyor. Ne yapacaklarını şaşırıyor ve ümitsizlik içinde sadece “âhir zaman” demekle yetiniyorlar.
Ötede birçok hanede Hz. İbrahim (as)’in mûcizesi yeniden yaşanıyor. Bu ateşin ortasında bahçeler, bağlar, bülbüller, güller... Bu kavganın sonu merak ediliyor. Ateş mi suyu yutacak, yoksa su mu ateşi söndürecek?
Bir beldede kışın en şiddetli devresinde bir tane olsun hurma yetiştirebilmişseniz, bunun mânâsı şudur: Bu yerde hurma olur... Mesele bizim gayretimize kalmıştır. Gece gündüz soğuk aleyhtarı gösteriler yapmak, bağırmak, çağırmak, soğukla kavga etmek meseleyi halledecek değildir. O bir hurmayı, bin yapmanın, milyonlar yapmanın yolunu aramak gerek...
Gözümüzün önünden hiç ayrılmayan günümüz fitnesi, bazı Müslümanları gayrete getirirken, bazılarını da ümitsizliğe düşürüyor. Bunlar, içlerindeki feverana yön veremediklerinden, teselliyi, günahkârlara sövmede, âsilere çatmada, onları kâfirlikle itham etmede buluyorlar. Şeytan, bu gibi Müslümanları büyük bir tehlikenin, dehşetli bir uçurumun kenarına itiyor.
Peygamber Efendimizi (asm) dinleyelim:
“Kim kardeşine kâfir derse, ikisinden biri mutlaka kâfir olmuştur. Eğer itham edilen kâfir değilse, küfür itham edene döner.”(Buhari, Edep, 73; Müslim, İman, 111)
İşte yağmurdan kaçarken doluya tutulmanın en acı tablosu... Nefis durmadan zorluyor, şeytan aralıksız teşvik ediyor: Şuna söv! Bunu döv! Şuna kâfir, buna münafık de!.. Bu, büyük bir yaramızdır. Üzerinde ne kadar durulsa yeridir.
Karşımızda günah işleyen, tanımadığımız biri. İç âlemimizde bir kavga: kötüye yormakla (suizan), iyiye yormak (hüsnüzan) arasında kalıyoruz. Nefis diyor ki, bu adam kâfir olmasa bu büyük günahı işlemez... Kalp ve vicdan ise, “Büyük günah işlemek kişiyi kâfir etmez, belki bu günahı küfründen değil de nefsine hâkim olamadığından, yahut cehaletinden işlemektedir; günahkârdır, fâsıkdır, ama kâfir olduğunu hemen iddia etmemek gerekir.” diyerek tedbir yolunu tutuyorlar.
“Günah-ı kebâir (büyük günahlar) işleyen kâfir midir?” tartışması Ehl-i sünnet âlimleri ile Haricîler ve Mûtezile arasında asırlarca sürdü. Haricîler büyük olsun küçük olsun her günah işleyenin kâfir olup ebediyen cehennemde kalacağını iddia ederlerken, Mûtezile büyük günah işleyenin ne kâfir ne de mü’min olmayıp, imanla küfür arasında kalacağını savundu. Böylece her iki grup da hakikatten uzaklaşarak “dalâlete” düştüler.
Bu kavganın sonunda galibiyet Ehl-i sünnetin oldu. Bu galibiyet bayrakları sayılacak gibi değil. Biz sadece ikisini nakletmekle yetineceğiz:
Yahya bin muaz buyuruyor:
“Bir anlık iman, yetmiş yıllık küfrü mahveder, yok eder. Nasıl oluyor ki yetmiş yıllık iman, bir anlık günahla yok oluyor.”
“Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin tâ kendileridir.” (Maide, 5/44)
âyet-i kerimesini yanlış tefsir ederek, “Allah’a isyan eden, günah işleyen herkes kâfirdir” diyen Haricîlere karşı, Ehl-i sünnet âlimlerinin görüşlerini bir kimyager gibi tahlil eden Fahreddin-i Râzi Hazretleri bu hususta en isabetli görüşün Hz. İkrime’ye (r.a.) ait olduğunu ifade buyurur.
İkrime Hazretlerinin zafer bayrağımız olan şu ifadelerini hep birlikte okuyalım:
“Hak teâlânın ‘Kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse...’ ifadesi, hem kalbi hem de lisaniyle inkâr edenleri içine almaktadır. Kalbiyle onun Allah’ın hükmü olduğunu bilip sonra da lisanıyle onun Allah’ın hükmü olduğunu ikrar edip, buna zıt olan şeyleri yapan kimseye gelince, o da Allah’ın indirdiğiyle hükmetmiş, ama onu bilfiil yapmamış olur. Binaenaleyh, böyle bir kimsenin bu âyetin hükmüne dahil olması gerekmez...” (Tefsir-i Kebir, IX/86)
Yakın tarihimizde bir fetret devri yaşadık. Hurafeler hortladı; bozuk fikirler yeniden canlandı... Yine tekfir moda oldu. Ama bu defa Haricîler tarafından değil. İşin tuhaf tarafı bu işi yapanlar Haricîlik nedir, Mûtezile nedir, hatta elfâz-ı küfür nedir pek bilmiyorlardı. Ezberledikleri bazı sloganları soğuk damga yaptırmış, önlerine gelenin alnına basıyorlardı. Bunlar Resûlûllah Efendimizin (asm.) tekfirle ilgili uyarı hadisinin de gâfiliydiler...
Tekfir meselesine küfrün tarifinden başlayalım. Küfür nedir?.. Lügat mânâsıyla küfür, nimete karşı nankörlük etmek, nimeti gizlemek, küfran etmek mânâsına geliyor. Şer’î ıstılahta ise, küfür, “hiçbir zorlama olmaksızın kendi irade ve isteğiyle iman hakikatlerini inkâr ve tekzip etmek, yahut tasdik etmemek, iman edilmesi gereken mukaddesatı tahkir etmek, onlarla alay etmek, haramı helâl, helâli haram kabul etmek” mânâsında.
İman, nasıl kalbin tasdiki ve lisanın ikrarıyla sabit oluyorsa, küfür de aynı yolla sabit olur. Bu noktada karşımıza “elfaz-ı küfür” bahsi çıkıyor, yâni küfür olan sözler. Bu sözleri söylediğini işittiğimiz bir kimseye hemen kâfir diyebilir miyiz? Burada âlimlerimiz bize şu soruyu yöneltiyorlar: onun kalbi hakkında bilgin var mı? O sözü cehaletinden mi söylüyor, yoksa mukaddesata düşmanlık namına yahut onunla alay etmek niyetiyle mi? Bu nokta çok mühimdir. Ve bu incelik, fiiller için ameller için de geçerli...
Merhum Elmalılı Hamdi Yazır, “Tekzib-i fiil ile adem-i fiil arasında büyük fark vardır.” diyerek bu noktaya dikkatimizi çekiyor. Tekzib-i fiil, bir işin, bir hareketin, bir vazifenin inkâr edilmesi, “öyle bir şey yoktur” denmesi. Adem-i fiil ise, o işin, o fiilin, varlığı kabul edilmekle birlikte, yapılmaması, yerine getirilmemesi. Namazı inkâr etmek başka, namaz kılmamak daha başkadır. Birincisi tekzib, ikincisi ise adem-i fiildir.
Buna göre, bir insan Kur’an-ı Kerim’in namaz emrini inkâr ederse küfre girer; ama, bu emri kabul ettiği halde namaz kılmazsa kesinlikle kâfir olmaz. Haramları işlemek de böyledir. Faiz alıp vermeyi Kur’an’ın yasak ettiğini, bunun ilâhî bir yasak olduğunu kabul eden bir insanın, nefsine mağlûp olarak bu haramı işlemesi hâlinde kâfir olmayacağı açıktır.
Bir de Ahmet Ziyaeddin Gümüşhanevî Hazretlerini dinleyelim:
“Bir kimsenin sarf ettiği bir söz, birçok yönleriyle küfrü gerektiriyor da bir yönüyle küfürden kurtarıyorsa, müftünün onu tercih etmesi gerekir. Zira Müslümanlar hakkında hüsnüzan esastır. Şu var ki, bu adamın niyeti küfür değilse Müslümandır, fakat niyeti küfür ise müftünün fetvası onu kurtarmaz.” (Ehl-i Sünnet İtikadı, s.68)
Bu ilim ve irfan saçan ifadelerde iki yaramızı birden seyrediyoruz. Birisi, “suizan”, yâni kötüye yormak, olumsuz değerlendirmek. Diğeri de, müftünün görevini herkesin yüklenmesi. Fetvanın câhiller eline düşmesi...
Tekfir konusunda Risale-i Nur Külliyatı'ndan “Sünuhat” adlı eserde yer alan şu öz, doyurucu ve harika ifadeleri, bu asrın insanı kelime kelime ezberlemeli, harf harf yaşamalı. Yoksa hem kendisi büyük günaha girer, hem de bilmeyerek karşısındakini islâm’dan uzaklaştırır:
“Meselâ: demiş bu şey küfürdür. Yâni, o sıfat imandan neş’et etmemiş, o sıfat kâfiredir. O haysiyet ile o zât küfür etti, denilir. Fakat mevsufu ise mâsume ve imandan neş’et ettikleri gibi, imanın tereşşuhatına da hâize olan başka evsafa malik olduğundan o zât kâfirdir denilmez. İllâ ki, o sıfat küfürden neş’et ettiği yakînen biline... Zira başka sebepten de neş’et edebilir. Sıfatın delâletinde şek var. İmanın vücudunda da yakîn var. Şek ise yakînin hükmünü izale etmez. Tekfire çabuk cür’et edenler düşünsünler!...” (Sünuhat, s.20)
Demek ki, bir mü’minde, imandan kaynaklanmayan belki cehaletten, sefahatten yahut daha başka bir kaynaktan beslenen sıfatlar bulunabilir. Bu sıfatlara “kâfire” tabir ediliyor. Yine o mü’minin, imanından kaynaklanan birçok da mâsum sıfatı bulunuyor. İşte bu sıfatlar, o zâta kâfir dememize mâni. Onun dilinden küfrü icap eden bir söz çıkmışsa, yahut o mü’min, imandan kaynaklanmayan ve ancak kâfirlere yakışacak fiiller işlemişse yukarıda verilen ölçüye göre, bunların küfürden doğduğunu, yâni o adamın küfür niyetiyle, islâm’ı inkâr kasdıyla bunları yaptığını kesinlikle bilmedikçe onu tekfir edemeyiz; kendisine kâfir diyemeyiz. “Sıfatın delâletinde şek var.” cümlesi kesin hüküm vermemizi engelliyor. Yâni o yaptığı işin, söylediği sözün, taşıdığı sıfatın, onun kâfir olduğuna delil olması şüpheli. Bunları küfür kastıyla yaptığını kat’i olarak bilemiyoruz. Ama kendisinin mü’min olduğunu biliyoruz. Kendisinden sorsak, "ben mü’minim, Müslümanım" diyecektir. Buna göre imanın delâletinde yakîn var, kesinlik var, kat’iyet var. Ama küfrün varlığında şek, yâni şüphe var, zan var, tahmin var. Biz yakîni, şek ile iptal edemeyiz ve o adama kâfir diyemeyiz.
El-Ezherî’nin “Kur’an’a mahlûk diyen kimseye kâfir denilebilir mi?” sorusuna verdiği şu cevap çok harikadır:
– Söylediği şey küfürdür!..
Soru kendisine üç defa tekrar edilir. Hep aynı cevabı verir ve sonunda şöyle buyurur:
– Bazen Müslümanın ağzından küfür çıkabilir.
Yine Nur Külliyatı'ndan “Münazarat”ın teşhis ve tedavi ettiği bir yaramıza da bu vesileyle parmak basalım.
Dış siyaset konusunda Müslümanlar arasında görüş ayrılığı olabiliyor. Bu gayet normaldir. Fikir hürriyeti içerisinde anlayışla karşılanmalıdır. Ama bazen, bu tip tartışmalarda ölçü kaçıyor. Adam, fikren mağlûp düştüğünü hisseder etmez, muhatabını hemen tekfire yelteniyor. “Sen bu görüşünle Hristiyanları desteklemiş oldun ve küfre girdin.” diyebiliyor. Bu yanlışını düzeltmeye kalktığınızda sesinin tonunu iyiden iyiye yükseltiyor ve emin bir eda ile Kur’an-ı Kerim’de, “Yahudileri ve Nasranîleri dost edinmeyin.” buyurulmuyor mu? Diye size çıkışıyor. Bu büyük yanlışın, bu dehşetli hastalığın ve mesuliyeti çok büyük ithamın reçetesi şu birkaç cümlede mevcut:
“Bu nehiy, Yahudi ve Nasara ile, Yahudiyet ve Nasraniyet olan âyineleri hasebiyledir. Hem de bir adam, zâtı için sevilmez. Belki muhabbet sıfat ve san’atı içindir.”
Demek ki âyet-i kerime Yahudiliğe ve Hristiyanlığa muhabbet etmeyi yasaklıyor. Meselâ, Hristiyan bir devleti Hristiyanlığı sebebiyle sevmek, bu âyetin yasağına giriyor. O devletin sanatını, teknolojisini beğenmek, takdir etmek bu yasağın dışında.
Yukarıda naklettiğimiz ifadeler şöyle son buluyor: “Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin.” Yâni, bir Müslüman’ın Ehl-i kitaptan, meselâ Hristiyan bir hanımı olsa, onu hanımı olduğu için sevecek, ama onun Hristiyanlığına muhabbet etmeyecektir. İşte bu ince ölçüden mahrumiyet bize çok pahalıya mâl oluyor...
Yeri gelmişken yanlış değerlendirilen bir hadis-i şeriften de söz etmek isterim. Resûlûllah Efendimizin (asm.) bir hadis-i şerifinde münafığın alâmetlerini şöyle sıralar:
“Konuşunca yalan söyler. Söz verince sözünü tutmaz. Kendine itimat edilince ihanet eder.”
Bu hadis-i şerifte büyük bir terbiye metodu saklı. Bu hadisi yanlış değerlendirenler de dahil olmak üzere, her Müslüman çok iyi bilir ki, “yalan söylemek”, “sözünde durmamak”, “emanete hıyanet etmek” insanı kâfir etmez. Yine hepimiz biliriz ki, münafık kâfirden daha alçaktır. Çünkü, münafık gerçekte kâfir olduğu halde, küfrünü gizleyen, Müslüman görünen kimsedir. Bu adam İslâm’ın gizli düşmanıdır ve açık düşmandan daha tehlikelidir. Sizi ne zaman ve nasıl vuracağı bilinmez.
Şimdi, yalan söyleyen bir Müslüman’ın böyle hâin bir kâfirden daha aşağı olduğunu söylemek mümkün mü? Elbette ki hayır! O halde hadis-i şerifteki inceliği şöyle anlayacağız. Resûlûllah Efendimiz (asm) bu sözüyle müminlere ihtar ediyor: “Sakın şu günahlara yaklaşmayınız! Çünkü onlar kâfirden daha alçak olan münafığın sıfatlarıdır.” Bu fevkalâde tesirli bir ikaz, bir sakındırma metodu. Bu inceliği sezmeyerek, söz konusu günahları işleyen bir mü’mini nifaka girmekle itham etmek, tekfir gibi büyük bir cinayet, büyük bir vebal, büyük bir cehalet ve dehşetli bir suizan...
Çocukluğumuzda çok dinlediğimiz bir fıkra var. Mü’minleri tekfir etmeye can atanların psikolojisini çok güzel ifade eder:
"Bir adama lâkap takmışlar “ördek” diye. İsmini vermez, onu böylece çağırırlarmış. Bir gün birisi, lâf arasında “Bugün hava bulutlu.” demiş. Adam “Sen bana niçin ördek dedin, bunu nasıl yaparsın.” diye başlamış hakaretler yağdırmaya. Beriki neye uğradığını şaşırmış ve nâzikane sormuş, “Kardeşim ben sana ne zaman ‘ördek’ dedim?” Aldığı cevap şu olmuş: “Hava bulutlu oldu mu yağmur yağar; yağmur yağdı mı su göllenir; gölde de ördekler yüzer.”
Maalesef bugün, günahkâr müminlerin her sözünü ve her hareketini bin bir bahane ile küfre yoran insanlara çokça rastlıyoruz. Âlimlerimiz, âriflerimiz, önderlerimiz böyle mi yapıyorlardı!?.. İşte size lâfızları bile birbirine çok benzeyen iki ifade; belli ki aynı çeşmeden içmiş, aynı terbiyeden geçmişler:
“Said’i bilenler bilirler ki, mümkün olduğu kadar tekfirden çekinir. Hatta sarih küfrü bir adamdan görse de, yine te’vile çalışır. Onu tekfir etmez.” (Bediüzzaman)
“Bir Müslümanın sözünü, zayıf bir rivayet dahi olsa mümkün olduğu kadar iyiye yormak gerekir.” (Gümüşhanevî)
Bugün top yekûn islâm âlemi, bilgili, fâzıl, mütevazı, herkesin derdine derman olmaya koşan, günahkârlara bir şefkatli baba gibi üzülen gayretli Müslüman tipine son derece muhtaç...
Câhil, çığırtkan, ıslah nedir bilmeyen, hastaya sövmeyi tedavi sanan, sevimsiz, muhakemesiz, şefkatsiz, hırçın ve eline fırsat geçse güya hak namına nice zulümler işlemeye hazır, slogan makinesi, anarşist tipler İslâm’ı temsil edemezler...
Bizim vazifemiz, evvelâ nefsimizi birinci gruba sokmağa çabalamak, başkalarının da böyle olmalarına gayret göstermek; diğer gruba bilmeyerek düşen kardeşlerimizin de kurtuluşlarına dua etmektir. Bu noktada şu hadis-i şerif bütün mü’minler için ne büyük bir irşaddır!..
Ebu hureyre (r.a.) anlatıyor. Rasûlullah’a (a.s.m.),
– Ey Allah’ın Resûlü! Müşriklere beddua et, onları lânetle, denilmişti. Şu cevabı verdi:
– Ben rahmet olarak gönderildim, lânetleyici olarak değil!..
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet