"Enbiya"
kelimesi "Nebi" kelimesinin çoğuludur. Dolayısıyla "Peygamberler"
anlamındadır. 112 ayet olup, Mekke'de nazil olmuştur. Başka konuların yanısıra
bilhassa bazı peygamberlerin kıssasından bahsettiği için bu ismi almıştır.
Bu sûre'de de;
Allah(cc), ahiret ve risalet çokça tekrarlanmıştır. Çünkü bunlar bir insanın
hayatında en önemli üç şeydir. Nasılki veliler, çocuklarının çok önemli bir
imtihanında her hangi bir uyarıyı on defa, yirmi defa yaparlar sonunda birde
kendileri konturol ederler ve imtihan salonuna girerken son bir dafa daha
uyarırlar.
İşte bizim Mevlamız'da
bizi uyarıyor,[1]
1-
İnsanların hesapları yaklaştı, onlar ise gaflet içinde (hakdan) yüz
çeviriyorlar.
İnsanoğlunun gafil
olduğunu ve hayatını da gaflet içinde geçirdiğini, hesap gününün de
yaklaştığını ifade ediyor.
Hesabın yaklaşmasından
maksat, bütün insanların ölümünden sonra başlayan ahiret hayatındaki mahşer yerinde
toplanıp, dünyada yaptıklarının tartılıp hesaba çekilmesi anlamına gelir.
O günün ne zaman olacağını
Allah (c.c.) bize bildirmemiştir. Fakat ayet; o günün yakın olduğunu bize haber
veriyor. Birde bütün peygamberler kıyamet alameti olarak Hz. Peygamberi ve
O'nun ümmetini haber veriyordu. Bunlarda zuhur etmiştir.
Belki Ümmeti Muhammed
için Kıyamet yaklaşmamış gibi gelebilir. Diyelim ki, dünyanın sonuna bin yıl
var. Ama ayeti kerime herhangi bir sınıf, ümmet veya kavim demiyor. İnsan
kelimesi kullanıldığından dolayı diyelim ki; Hz. Adem (a.s.) döneminde Ölmüş
bir insanın hesaba çekilme zamanı haydi haydi yaklaşmıştır.
Bu yukarıda
söylediklerimiz ümmet bazındadır. Birde bu hesabın yaklaşmasını fert açısından
ele alacak olursak, insan kabirde ilk defa Münker ve Nekir melekleri tarafından
Rabbin kimdir? Dinin hangisidir? Peygamberin kimdir? Kitabın nedir? şeklinde
bir hesaba çekilecektir ki, her insanda an be an bu hesablanna yaklaşmaktadır.
Bu açıdan ayetin meali
veya anlamı "insan gaflette iken ve haktan yüz çevirmiş olduğu halde
hesabı yaklaştı." şeklindedir. Allah(cc) bizi bundan muhafaza etsin.
Gerçekten insan bunun şuurunda olsa, her anın hakkını vermeye çalışır.[2]
2- Onlara,
Rablerinden gelen her yeni öğüdü alaya alarak dinlerler.
Yani Allah-u Teâla, Cebrail
(a.s.) vasıtasıyla ayetlerini gönderiyor. Hz.Peygamber de bu gelen ayetleri
insanlara tebliğ ediyor. Ama imansız insanlar Kur'an ayetlerini her
duyuşlarında, Hz.Peygamber ve okuduğu ayetlerle alay ediyorlar. Yani Hz.
Peygambere; "Bu ayetler, Mekke'de gele gele sana mı geldi?" şeklinde
alay ettikleri gibi, okunan, tebliğ edilen ayetlerle de alay ediyorlar.
"Sana gelen bunlar mı?, evvelkilerin masalları" şeklinde
eğleniyorlardı.
Hz. Peygamber
zamanındaki o günün imansızları bu şekilde alay ederken günümüzün imansızları
da aynı şekilde alay ediyorlar. Müslümanlar bir toplantıda, kahvede, işyerinde,
mağaza veya kışlada her hangi bir konu üzerinde tartışılırken meseleyi Allah'ın
ayetleriyle isbat etmeye çalışırsa karşısındakiler onu dinlememezlikten gelir
veya kaş göz hareketleriyle veya dudak büküp ilgilenmeme gibi davranışlar
sergileyebilir.
Tıpkı sineğin gülden kaçıp,
pisliğe gittiği gibi, böyle insanlarda müs-îümandan, Allah'ın ayetlerini
açıklayan insanlardan uzaklaşırlar. Ama müslümanın parası varsa, maddi
imkanları varsa, ağzından çıkan sözlerinden nefret eder, ama o hacı babayı, o
müslümanı artık şirin görmeye başlar. Allah'a inanmayan birinin, müslümanı
sevmesi, ağzından çıkan o hoş sözlerden hoşlanması mümkün değildir.
Daha önce de izah
edildiği gibi[3] "O inançsızlar
efendimiz (a.s.)'ın yanında bulunmaktansa deliklere ve mağaralara girmeyi
tercih ederlerdi" şeklinde belirtiliyor. Eğer iş yerinizdeki,
mahallenizdeki, semtinizdeki Allah(cc)'a inanmayan insanlar sizi seviyor,
aranızda herhangi bir anlaşamama durumu olmuyorsa, siz o insanlara Allah'ın
ayetlerini anlatmada, ulaştırmada pasif kalıp onun gibi düşünen bir insan
durumuna girmişsiniz demektir.
Zira o inançsızlara
bütün İslamın adaletini şefkat ve merhametini ne kadar gösterirseniz gösterin
İslam inanç ve hakimiyetinin, kendi inanç ve hakimiyetine üstünlük taslamasına
tahammül edemez.
Gerçekten böyle bir
durumda İslâm sergilense, böyle insanlar müs-lümandan rahatsız olur ve
nefretini ortaya koyar, gücü yetmeyince de İslamla alay ederler.[4]
3- Kalbleri
bomboş olarak o zalimler: "Bu da sizin gibi bir insandır. Siz göz göre
göre sihire mi kapılıyorsunuz?" fısıltısını gizlediler.
O zalimler kendi
aralarında fısıldaşirlar plan ve programlar hazırlarlar. Fısıldaşmalarım da
gizli tutmaya çalışırlar. Peygamber Efendimiz hakkında dedikodu üretirler ve de
şöyle derler. Bu sizin gibi bir insandır başka birşey değil. Siz şimdi gözünüz
göre göre sihire mi kapılıyorsunuz? Yani inançsızlar, göz göre göre bir
sihirbazın sihirine tutuluyorsunuz.
Hz. Peygamberin tebliğ
ettiği hakikatleri kabul etmede akılları aciz kalıyor. Öyle bir durum ki, baba
İslâmı kabul etmiyor ama oğlu müslman oluyor. Veya koca müslüman oluyor, hanımı
Müslüman olmuyor, cehalet döneminde de birbirlerine delicesine sevmesine rağmen
imansız olduğu için ondan boşanıyor.
İşte bunları
gözleriyle görünce o günün, o inançsızları inananları; "sihirlennıişler,
göz göre göre sihire tutulmuşlar" olarak nitelendiriyor.
Günümüzün modern
inançsızları da aynı, onlar da gazetelere demeç veriyor, beyanat veriyor;
"Müslümanlar, lisede okuyan, üniversitede okuyan oğlumun beynini
yıkadılar, onun Müslüman olmasına vesile oldular, klasik tabiriyle
büyülediler" diyor. Ama bilmiyor ki pis olan beynini yıkayıp İslâm ile
temizlemişler. İkinci ayette de bahsettiğimiz gibi, sineğin gülden kaçıp
pisliğe koştuğu gibi bunlarda; İslamın güzelliğinden, küfrün pisliğine
koşarlar.[5]
4- Dedi ki:
"Rabbim, gökte ve yerdeki her sözü bilir. O herşeyi işiten ve herşeyi
bilendir."
Bu ayet, ikinci ayette
geçen imansızların kendi aralarında Hz. Peygamber aleyhinde laf üretmelerine
vede ürettikleri lafların Allah'ın izni ile Hz. Peygambere bildirilip onların
şaşalamalarını sağlayan bir cevaptır.
"Bu konuda hayal
etmeyin. Benim Rabbim yeryüzünde, gökyüzünde söylenenleri bilir." Yani
batının inançsız devletlerinin, İslam alemi aleyhine yeryüzünde olsun,
gökyüzünde olsun icat etmiş olduğu plan, program, alet ve edevatın ne olduğunu
Allah(cc) bilir.
Ayet-i kerime burada
bize bir edebi daha öğretiyor o da; kötü şeylerin yayılmamasıdır. Mekke
müşrikleri vede Medine'deki kafir ve münafıklar, Hz. Peygamber hakkında o
kadar kötü şeyler uyduruyorlar, onu kötüleyen şiirler söylüyorlardı ki; o günün
şiiri, bugünün basın yayın organları gibiydi. Hemen bir dörtlük oluşturuldumu,
bu dilden dile insanlar arasında yayılıp gidiyordu.
İşte Kur'an bu
kötülüklerin hepsini açıklamıyor, sadece yeteri kadarını açıklıyor. Zira
kötülüğü açıklayıp tasvir etmek saf olan zihinleri, saf olan kalbleri bulandmp,
onlara şüphe hastalığını koymaktır. İşte bu günün batılısı da bunu yapıyor.
Cerrahpaşa Tıp
fakültesi'nde okuyan üniversiteli gençlere "İmanın altı esası" ile
ilgili bir konuşma yaptım. Konuşmanın sonunda gençlerden hayli sorular geldi.
Soruların bir kısmı gençlerin kendi problemlerinden neşet ederken, bir kısmı
da inançsız kimseler tarafından sorulmuş sorulardı. Bu konuşma ve soruların
cevabını daha sonra bir kitap haline getirdim. Fakat soruları içine almadım.
Eğer sorulan da kitabın içine alsa idim, imanı saf kimseye o soruları okutma
ile belki kalbinde şüpheler uyandırma imkanını vermiş olabilirdik.
(Türkçe baskısı birçok
kez yapılan,"Allaha îman ve Altı Esası" isimli bu eserimiz, ruscaya
da tercüme edilerek üç kez basılmıştır.)
İşte ben de, bir
bâ'tılı tasvir etmemek için o sorulan kitaba almadım. Çünkü hayatın ve
olayların olumlu yönlerini söyleyip, olumsuz yönlerini söylemeyeceğiz. Ayette
de Rabbimiz; "Onlar kendi aralarında gizlice fısıldaşırken" diyor ama
neleri fısıldadıklarını bize haber vermemiştir. Haber verse bile o
fısıldaşmalarının bize bir faydası yoktur.
Günümüz imansızı da
yine kendi aralarında müslümanlar aleyhinde, kendi klüp ve localarında
fısıldaşirlar. Menfaat çevreleri bazı mercilerden müslümanlardan dolayı işini
yürütemeyince o müslümanı takibe alıp para teklif ederler, kadın teklif
ederler. Müslüman bunları da reddedince başlarlar, bu Müslümanlar nereden
çıktı, yetiştiği yerleri araştırıp buraların kapatılması gerektiği şeklinde
fiskoslar üretirler, hatta böyle Müslüman insanların devletin bünyesine
alınmaması için raporlar hazırlarlar.
Biz diyoruzki:
"Rabbimiz yeryüzünde ve gökyüzünde konuşmaları da bilir." Bize düşen
onun emir ve yasakları doğrultusunda hareket etmektir.[6]
5-
(Kafirler) dediler ki: "(Muhammed'in spzleri) karışık rüyalardır. Hayır
onu uydurmuştur. Hayır O bir şairdir. Önceki peygamber gönderildiği gibi bize
bir mu'cize geti. Nübüvveti itiraf etmeleri, kabul etmeleri gerekirken kendi
aralarında dediler ki: "Bilakis bunlar karışık rüyalardır." Yani bu
Peygamber hayal görüyor veya uyduruyor diyorlar. Veyahutta "o
şairdir" diyorlar. Ayetin ifadesiyle de kendi söylediklerinden de
kendileri vazgeçiyor. İmansız ediblerinden bir tanesi, Hz. Peygamberi kast
ederek; "Buna şair demeyin. Çünkü şiiri içinizde en iyi bilen benim, bütün
vezin kalıplarını bilirim, bu onlardan değil diyor.
Hz. Peygamberin
söyledikleri, şiir kalıplarına ne rnana, ne de lafız olarak uymuyor. Bu apayrı
birşey, insanı kendine çekiyor. İftiraya gelince de Allah (c.c); "Eğer
Kur'an uydurma ise buyurun siz de bir sure uydurup, ortaya koyun." buyuruyor.[7] Bu
konuda birşey ortaya koyamayınca, sanki inanacaklarmış gibi; "Daha
evvelki peygamberlerin mucizelerinden göstersin," diyorlar. Halbuki
önceki peygamberlere de imanları yoktu.[8]
6- Onlardan
önce helak ettiğimiz hiçbir memleket halkı iman etmemişti. Şimdi onlar mı iman
edecekler..?
Onların bu isteklerine
Allah (c.c.) cevap veriyor. "Bunlardan önce helak ettiğimiz hiçbir şehir
halkı iman etmemişti. Şimdi bunlar mı iman edecekler? Tabii ki helak edilenler
iman etmediler. Onlar içinde inananları vardı. Gerek Musa (a.s.)'a, gerek Hz.
Peygambere inananları oldu. Musa (a.s.)'ın asasını gördüler, elinin bembeyaz
olduğunu gördüler, buna rağmen iman etmediler. Salih (a.s.)'ın devesini
gördüler, İbrahim (a.s.)'m ateşde yanmadığını gördüler iman etmediler. Buna
benzer örnekler peygamberlerin Tevhid mücadelesinde çoktur.
İman etmede inad eden
adama ne kadar mucize gösterirseniz gösteriniz iman etmesi mümkün değildir.
Biz inananlara düşen vazife Allah'ın ayetlerini insanlara duyurmaktır. Tabiiki
bununda bir usulü metodu yeri ve zamanı vardır. Bu üç hususa iyi dikkat etmek,
bunları yerli yerinde kullanmak gerekir.
Bu Ayette bir de, Hz.
Peygambere teselli var. Çünkü bu kafirler, o kadar mucizeyi gördüler iman
etmediler. Zaten önceden de onların dedeleri iman etmemişti. Eğer iman edecek
olsalardı, zaten sana bakıp iman etmeleri gerekirdi.
Kırk yaşma kadar
aralarında büyümüş, o güne kadar hiçbir yalan söz duyulmamış, şakadan bile olsa
hiçbir şeye hile etmemiş. İşte bu olağan üstü vasıflara sahib bir kişinin böyle
şeyleri söylemesi dikkatlerini çekmeliydi.[9]
7- Senden
önce Peygamber gönderdiklerimiz, ancak kendilerine vahyettiğimiz erkekler idi.
Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun.
Bu ayette Rabbimiz 3.
ayette geçen inançsızların; "Sizin gibi bir beşerden başka birşey
değildir" sözlerine bir cevap niteliği arzetmektedir. Biz senden öncede
kendilerine vahyettiğimiz peygamberi erkek olarak gönderdik. Bu ayeti delil
ittihaz ederek ulema Hz. Adem'den Hz. Peygambere kadar olan Peygamberlerin
hepsinin erkek olduğu hükmüne varmıştır.
Bazı İslâm alimleri
de; kadınların da Peygamber olabileceğini öne sürmüşler, delil olarak da;
"İsa (a.s.)'m annesi Meryem validemiz[10] ve
Musa (a.s.)'ın annesi[11] gibi
kadınların kendilerine vahiy geldiği Kur'an'da belirtilmektedir." diyorlar.
Halbuki
Allah(cc) Nahl suresinde;
Arı'ya da vahyedüdiğini belirtiyor.[12] Bu
durumda Ari'nin da Peygamber olması gerekir.
Kadınlardan değerli
alime ve zahide bir hanima;"Kadmlardan hiç peygamber çıkmadı" diyen
bir adama, "Kadınlardan firavun da nemrut da çıkmadı" diye cevap
vermiş.
Biz gönderdiğimiz O
erkek Peygamberlere vahy ederiz. Öyle ise; hangi konuda olursa olsun fark
etmez- eğer bilmiyorsanız kitap ehline sorunuz. Gerçi ayette; "Tevrat'ı
okuyanlara, İncil'i okuyanlara" anlamındadır, ama "nüzul sebebinin
özel olması, ayetin umumi manasını tahsis etmez" kaidesi gereği ayeti
başka türlü anlamamıza mani değildir. Kumaş dikimini alımını bilmiyorsanız,
kumaşdan anlayan, o iş de ehilleşmiş kişiye sorunuz.
Ayette geçen zikir
ehlinden maksat, eline teşbih alıp Allah, Allah diye zikir çeken kişi değildir.
Zikir ehlinden kasıt kitapları bilen Kur'an'ı, Tevrat ve İncil'i bilen kişi
demektir. Günümüzde ise sadece Kur'an'ı bilen kişidir. Teşbihle zikir çekerken
Kur'an-ı da iyi bilen zakir-ler de bu sınıfa dahildir.
Nahl suresinin 44.
ayetinde zikirden kasdedilenin Kur'an olduğu açıkça belirtilmiştir. Zikir
ehlinden kasdedilen de; Kur'an'ı manasıyla bilen ve yaşayan kişilerdir. Malesef
günümüzde Kur1 an ehline değil roman ehline itibar vardır. Romanları ve roman yazarlarını
bilenler, artistleri ve filmlerini bilenler kültürlü adam kabul ediliyor.[13]
8- Onları
(Peygamberleri) yemek yemeyen bir cesed kılmadık. Onlar ebedi de (ölümsüz de)
değillerdi.
Peygamberler insandır
ve erkek olarak seçilmişlerdir. Yoksa "biz bunları yemek yemeyen cesedler
yaratmadık ki!" Onlarda insanlar gibi yerler, içerler, bizim gibi onlarda
havayı teneffüs ederler. Çarşılarda dolaşıp diğer insanlar gibi ticaretle,
çiftçilikle ve diğer sanatla uğraştıkları gibi alışveriş de yaparlar. Böylelikle
Peygamberler diğer insanlara örnek teşkil ederler.
Ayetin sonunda, onların da
bizim gibi bir insan olması hasebiyle bu dünyada yaşayacaklar ancak ebedi
kalmayacakları "Onlar bu dünyada ebedi ds değildir" ifadesi
belirtmektedir.
Bu sebeple
Peygamberlere ilahlık vasfı vermeyin. Onları bu vasıfla görmeyin. Peygamber
insan mı olurmuş? diye bunu hafife almayın. Allah'tan vahy gelmektedir. Furkan
suresinde bu söylediklerimiz güzel bir şekilde izah edilmekte ve devamında
"Peygamber bir melek olmalı değimliydi?" veya "Onun yanında
birde melek olmalı değilmiydi?" ifadesi yer almaktadır.
Eğer Allah (c.c.)
Peygamberi melekten gönderse idi veya insan gibi durup çarşılarda dolaşmayan,
yiyip, içmeyen birini gönderse idi, insana şöyle bir itiraz etme fırsatı
doğardı; "Sen bize bunu yeme diyorsun ama tadım bilmiyorsun, çok tatlı
birşeyi yasaklıyorsun" derlerdi. Halbuki Peygamberin yediği, içtiği,
yaptığı, yapmasını istediği veya kendisi yapmayıp başkalarından da aynısını
istediği şeylerin yapılabilecek, yaşanabilecek, yapılması veya yapılmaması zor
olmayan şeylerden olması gerekmektedir. Peygamberler insan olmasaydı, sorular
o zaman daha çok olacak vede İslam ve İslamdan önceki dinler daha çok sorgulanacaktı.[14]
9- Sonra
sözümüzde durduk. Onları (Peygamberleri) ve dilediklerimizi kurtardık ve
müsrifleri helak ettik.
Bu ayet geçmiş
toplumlardan Allah'ın azabını hak edenlere, azabın geldiğini, bu dünyada iken
onları helak ettiğini, ancak iman edenlerin ve Rabbimizin dilediklerinin
kurtulduğunu haber veriyor. Özellikle de; "israf edenleri de helak
ettik" buyruluyor. İsraf edenler denilince kasd edilen ekmek, su, sebze ve
meyveden, giyim kuşam israfı yapanlar değildir.
Gerçi genel manada
israf kelimesinin içine bu saydıklarımızda girer, ama ayette ifade edilmek
istenen israfçılar; "insanı israf edenler"dir. İnsanı Allah yolundan
alıkoyup, nasılki yiyecek ve içeceklerimizin ihtiyaçtan fazlası çöplüğe
döküldüğü gibi, insanı cehenneme döken veya dökülmesine sebep olan insanlardır.
Bu insan israfçıları dünyada devleti, güç ve otoriteyi hakimiyetlerinde tutup
eğitim yoluyla onlara İslama yaklaşan bir eğitim bir hayat tarzı değilde bunun
tam tersine bir tutumla hareket ediyorsa, işte onlar insanları israf eden
müsriflerdir, mutlak bunun hesabını vereceklerdir. İnsan israfı için bakınız;[15]
10- Yemin
olsun ki biz, size bir kitap indirdik ki, sizin zikriniz (şerefiniz) onun
içindedir. Akıl etmiyormusunuz.?
Biz size kitap
indirdik. Sizin adınız şan ve şerefiniz ondadır. Yani sizinle ilgili muhtaç
olduğunuz nasihat, öğüt, şan-ü şeref bunda.
Öyle bir kitap
indirdik ki, onda siz varsınız. Nasıl evleneceğiniz, nasıl ticaret yapacağınız,
nasıl vekalet vereceğiniz, insanlarla tabiat ve diğer mahrukat ile nasıl bir
ilişkide bulunacağınız, vb. vardır. Hala aklınızı başınıza almayacakmısınız?
Kur'an Kıyamete kadar
gelecek insanlığın hepsine hitap etmektedir. Bazıları; İslam; 1400 sene öncesi
Mekke toplumuna inmiştir, şeklinde bir fikir ortaya almaktalar ama bu 10.
ayette ne Mekke'den bahsediliyor, ne de 1400 sene önceden.
Ama 1400 sene önceki
insanlar okudular, onlara hitap etti. Yani; "Biz size bir kitap indirdik,
onun için de sizin zikriniz şan-ü şerefi geçti" şeklinde.
Bugün biz okuyoruz,
aynı ayet bize de; "Size bir kitap indirdik, orada sizin muhtaç olduğunuz
şan-ü şerefiniz geçmekte" hitabım yapıyor. Bizden sonraki insanlara da
aynı hitabı yapacağından dolayı Kur'an böylelikle canlılığını kıyamete kadar
koruyacaktır.
Bize düşen görev,
İslamın bu emirlerini içine alan Kur'an-ı iyi öğrenmemizdir. Eğer iyi
öğrenmezsek;[16]
11- Zalim
olan nice memleket halkını kırıp geçirdik. Onlardan sonra başka bir kavim
getirdik.
Zalimlerin belinin
kırılması ile insan neslinin sonu gelmedi. O zalimlerin yerine, Allah'a itaat
eden nice topluluklar meydana getirildi ve böylelikle insan nesli üredi. Zalim
devlet yok edildi. Onun yerine Allah (c.c.) Adil bir devlet vücuda getirdi ve
bu devlet güçlendirilip kuvvetlendirildi.
Maide suresinde:
"Sizden kim dininden dönerse Allah onun yerine bir başka toplumu getirir.
Allah o toplumu sever, o toplum da Allah'ı sever." buyrulmakladır. Bu
ayete göre Kıyamete kadar yeryüzünden Allah'a iman eden toplum hiç eksik
olmayacaktır.
Fakat arada bir müslümanlar
üzerine geri kalmışlık zilleti vurulacaktır. Zira şımarmanın neticesinde nimet
elden gider, bunun neticesinde de müslümanlar çetin bir imtihandan geçirilir
ki, imanında samimi olanla olmayan ayırt edilir.
Bu konuda samimi
olanla samimi olmayanı Rabbimiz bilir. Ama bu imtihanı bizim de bilmemiz için
yapar.
Bizim bilmemiz
önemlidir çünkü; zor günlerde en sadık dostlar ortaya çıkar. İyi günlerde ise
iyi dostların ortaya çıkması çok zordur. Zira sahte dostlar etrafını çevreler
kişinin.
Şu anda zor günleri
yaşayan müslümanların hakikileri ile sahteleri çabuk ayırt edilir. Yiğit insan;
kafirin karşısında da yiğitçe mücadele edip, kaypaklık, iki yüzlülük yapmayan
kişidir. Hangi şartlarda olursa olsun asliyyetini bozmaz. Ama münafık insanlar;
müslümanın yanında müslüman gibi görünür, kafirin yanına vardımı da onu hoşnut
etmeye çalışır. Hangi taraf galip gelirse o taraftan işi kurtarma yönüne gider.
İşte bunlar Peygamberin ifadesiyle; iki koyun arasında kalmış koç gibidirler.
Veya halkın diliyle camii ile kilise arasında kalmış beynamaz gibidir.[17]
12- Onlar,
azabımızı hissettiklerinde hemen kaçıyorlardı.
13-
"Kaçmayın, şımartildığınız nimetlere ve evlerinize dönün, çünkü
sorgulanacaksınız."
Geçmiş Peygamberlerin
ümmetleri, helak edilişlerinde oradan oraya, oradan oraya kaçmaya çalışmışlar
ama kaçılacak yer bulamamışlardır, çünkü bütün mülk O'nundur.
Mekke'nin fethinde de
Peygamberimiz 10 binlerce ordusuyla şehrin kenarına geliyorlar. Peygamberimiz;
gücünüz yettiği kadarıyla gecenin karanlığında ateş yakınız buyurmuş ve çok
ateş yakılmış. Bu ateş yakmaktaki amaç müşriklerin yüreklerine korku salmak ve
sabahleyin hücum esnasında onların kılıçlarını çekerek karşı koymamalarını
sağlamaktır.
Yani onlar üzerinde
psikolojik bir çökertme taktiği uygulamakiır. Nitekim buda gerçekleşmiş, Hz.
Peygamber Mekke'yi kana bulamadan teslim almıştır.
İşte o esnada, o güne
kadar devleti, güç ve otoriteyi elinde tutan bu insanların kendi elleriyle
Mekke'den kovdukları sürüp çıkardıkları bir peygamber tarafından , İslamın gücü
karşısında mağlup olmaları ve bu mağlubiyetin vermiş olduğu halet-i ruhiyeyi
görmek gerekirdi. Buda onlar için bir azabdır.
İşte Rabbimiz onlara;
"Niye kaçıyorsunuz?, daha önce nimetlerini yediğiniz evlerinize dönünüz,
zira bunlardan dolayı Kıyamet gününde hesaba çekileceksiniz" buyuruyor.[18]
14-
"Eyvah bize, biz zalimlerden olduk" dediler.
15- Onların
bu feryatları devam ederken biz onları biçilmiş ekin ve sönmüş yangın gibi
yaptık.
Allah(cc), Peygamber
efendimize (a.s.v.) geçmişten örnekler veriyor. Geçmişdekî ümmetlerde
Peygamberleriyle böyle alay edip eğlen-mişlerdi, iman etmemişlerdi. Bütün
planlarını kurup onlara karşı harb ilan etmişlerdi. Ama neticede, yenilmişler
ki, Fil suresinde bu ifade kullanılıyor. Burada da yenmiş ekin gibi oluv er
diklerini bildiriyor.
Bizimle ayetin
alakasına gelince: İnançsız kişi ve devletler ne kadar silah, para, güç gibi
şeylere sahip olurlarsa olsunlar, müslüman gerçekten şu inanç içinde olmalıdır;
Bunu yaratan Allah(cc)'dür. Bunların elindeki teknik imkanları yaratanın ve
herşeyin Allah'ın olduğunu, insanın da O'na döneceğine inanır, bu imansızların
gücünden değil de, Allah'tan korkar ve bu insanlara kendi düşünceleri yerine
Allah'ın emir ve yasaklarını anlatırsa, öldür semde amacıma ulaşırım, öldürülür
s emde amacıma ulaşırım. Zira benden sonraki insanlar devam ederler.
Büruc suresinde
anlatılır; Bir delikanlı, toplumun önünde imanı sebebiyle ok atılarak şehit
edilir. Ama onu seyreden binlerce insan; "Bu çocuğun Rabbine iman
ettik" deyip topluca imana girerler. İşte "Bir ölür, bin
diriliriz" sözüde belki buradan kaynaklanmıştır.[19]
Maışeri vicdanın ne
zaman ayaklanacağı bilinmez. Avrupa teknolojide ne kadar ileri giderse gitsin,
ama toplumun harekete geçirilme kanununu hesap edemiyor. Amerika'hlar
Vietnam'a o kadar insanların canına kıyıp eza ve zulüm ediyor. Toplum
ayaklanmıyor, bir subayın canlı bir insanı yerde kurşunlayıp öldürmesi bütün
bir milletin ayaklanmasına sebep oluyor.
Körfez olayı ise biraz
daha farklı. Zira oradaki yönetim yıllarca ko-ministlik adına mücadele etti. Bu
işi İslâm adına devam ettirmedi ve davalarında da (tabiiki İslam adına) samimi
değillerdi.
Ama bir Afganistan
halkı mücadeleye 1979'da başladı Rusya'nın yıkılmasına, onun parçalanmasına
sebep oldu. Afganistan'dan gelen mücahitlere soruyorlar. "Savaş niçin bu
kadar uzun sürdü?" O da "savaşın uzun sürmesi bizim meıııaaııiinza.
Zira Türk devletleri Rusya'nın Afganistan'la savaştığını bilmiyorlar. Şimdi biz
buralara açıldık, buradaki insanlara bu savaşı duyuracağız." diyorlar. Ve
nitekim savaşın uzun sürmesi Afganistanm yararına, savaşı kazanmasına,
Rusya'nında dağılmasına, yenmiş ekin haline gelmesine sebep olmuştur.[20]
16- Biz
göğü, yeri ve ikisi arasmdakileri eğlence için yaratmadık.
Yani Allah(cc)
kendisine bir oyun olsun diye yaratmadı. Yoksa dünya bizim için bir oyuncak,
tatlı bir oyuncaktır. Mü'min bunun hela-liyle oynayacaktır. Allah-u Teâla bu
dünyayı bir hikmete binaen yaratmıştır.[21]
17- Eğer biz
oyuncak edinmek isteseydik kendi katımızdan edinirdik. Ama yapmadık.
Yani yeryüzünü,
gökyüzünü kendisine bir oyuncak olsun için yaratmadığını ifade ediyor. Yeryüzü
ve gökyüzünü insan için insanı da; kendisi için, kendisine ibadet yapması,
kulluk yapması için yaratmıştır.[22]
18- Tam
aksine biz hakkı batıl üzerine atarız da, batılın beynini parçalar. Birde
bakmışsın ki, batıl yok olmuş. (Allah'a) yakıştırmalarınızdan dolayı, veyl
size.
Yani biz bu kainatı hak
üzerine yarattık, zaman gelir hak batılın başına, beynine çarpar ve batıl yok
olur gider. Allah'a yakışmayan şeyleri ona izafe ediyorsunuz, eksik ifadeler
kullanıyorsunuz bundan dolayı. İmansızlardan bir kısmı; "Allah vardır
(onun varlığını kabul ediyor) ancak kainatı yaratmıştır, ondan sonrasını kendi
haline bırakmıştır. İnsanların işleriyle ilgilenmez. İnsan kendi işlerini kendi
düzenleyebilecek şekildedir," diyorlar.
Bir kısım insanlar da;
Allah'ın varlığını kabul etmez ve kainat kendi kendini tamamlamaktadır, bir
tesadüfün eseri böyle olmuştur görüşündeler.
İşte bunların her
ikiside Allah'a bir iftiradır. Allah(cc) hakkında,bilmedikleri sözleri
söylemektedirler.
İşte Rabbim bu
sözlerinizden dolayı; size yazıklar olsun veya Cehennem sizin olsun, buyuruyor.
Biz Mü'minlere de; "Mademki hak üzerindeyiz, hak batılın beynini parçalar,
hak gelince batıl gider," demek kalıyor.
"Hak geldi batıl
zail oldu" ayetinin tefsin İsra suresinde geçmişti. Tıpkı ışık gelince
karanlığın gittiği gibi. Peki ışık gelmese de, biz bir teşbih virdi gibi;
"ışık gelince karanlık gider" veya "Hak geldi batıl zail
oldu'yu" devamlı söylesek, günlerce yıllarca söylesek, söylemekle hak,
ışık gelir mi? gelmez. Batıl-karanlık gitmez.
Fiili olarak ışığın
gelmesi gerekir. Işık zayıfda olsa, mum ışığıda olsa aydınlatır. Azlığımızdan
şikayet etmemeli. Karanlığın büyüklüğüne karşı ışık az yer kaplar ama onun
gücünün çok olması gerekir.
İşte müslüman olarak,
ticaretten siyasete, eğitimden ziraatına, teknolojisine varıncaya kadar her
sahada müslüman bulunmalı, oraları feth etmelidir. Bir sahayı boş bıraktınızmı
küfür orada odaklaşır, diğer sahaları aydınlatma faaliyeti boşa gider.[23]
19- Göklerde
ve yerde olanların hepsi O'nundur. O'nun yanında olanlar O'na ibadet etmekten
kibirlenmezler ve bıkmazlarda.
Gökte ve yerde olanlar
Allah'a aittir. Yani inansın inanmasın insanların, cinlerin, şeytanların,
meleklerin tamamı Allah (c.c.)'e aittir. Zulmünden endişe edilen kafir de,
insanı aldatan şeytan da Allah'ındır. Nasıl ki; 10 tane çoban köpeği ile başa
çıkmak zor bir iş iken, çobanı haberdar edip, onun köpeklerine sahip çıkması,
köpeklerin geri kalmasını sağlarsa, yürekten inanarak onun dinine hizmet eden,
onun için çalışan mü'minin Önüne çıkan engelleri, inançsızları da Allah (c.c.)
çobanın bir ıslık ile köpeklerini durdurduğu gibi onları da durdurur.
Onun huzurunda
bulunanlar, onun katında bulunanlar ki, müfessirlerin bir kısmı, melekler
olarak, bir kısmı da Allah'ın salih kullandır görüşünde tefsir etmişler.
İşte o salih kullan ve
melekler O'na ibadette hiç kibirlenmezler ve hiç de geri durmazlar, devamlı
Allah'a (c.c.) ibadet ederler. Bir zata sormuşlar; "Ayette ara vermeden
ibadet ederler- ifade ediliyor bu nasıl olur?" o da; "Her varlığın,
verilen görevini yerine getirmesi bir ibadettir" cevabını verir.
İbadet denilince
verilen görevden ayrı birşey değildir. İnsanın Allah'ın emirleri ve yasaklarına
uyduğu zaman, bu doğrultuda hareket etmesi, sabah evinden Allah'ın emirlerini
yerine getirmek, çoluğunun çocuğunun rızkını kazanıp görevini yapmak üzere
çıkması bir ibadettir.
Sabah evinden görevi
için çıkması sevap, akşama evine dönüp ailesine, çocuklarına karşı diğer
görevlerini yerine getirmek için dönmesi sevaptır.[24]
20- Ara
vermeden gece gündüz teşbih ederler.
21- Yoksa
yerden ilah edindilerde, onlar mı diriltecek?
Onlar bıkıp
usanmaksızın gece gündüz teşbih ederler. Yoksa o müşrikler yerden bir takım
ilahlar mı edindiler de ölüleri onlar mı diriltecekler?
Yani herşeyi Allah'ın
dirilttiğini görüyorlar, O'na inanmıyorlar da, bizi diriltsin diye onun
yarattıkları arasından ilahlar ediniyorlar, öyle ki, o ilah edinilen kendi
doğumuna, ölümüne karnındaki bir ağrıya sahip değil. Dünyada böyle birşeye
sahip olamayan, diriltemeyen ahirette haydi haydi diriltemez.[25]
22- Eğer
göklerde ve yerde Allah'dan başka ilahlar olsaydı ikiside bozulurdu. Arşın
Rabbi olan Allah onların yakıştırmalarından uzaktır.
Eğer yer ile gökte
Allah'tan başka ilahlar bulunsaydı yer ile gök fesat olur, düzeni bozulurdu.
Diyelim ki: 90-100
metrekare bir daireniz var, burada ailenizle oturuyorsunuz. Bir adam gelse
dese ki; "Bu evi bundan sonra beraber paylaşacağız. Odaların yarısı senin,
yarısı benim, bu evde yapılan iş ve verilen emirlerde bende yetkiliyim.
Harcanan paraların hesabını sormada, o parayı kazanmada, çocukların tahsilinden
terbiyesine kadar hcrşeyine bende ortağım" dese ne derecede bu iş yürür.
Ve de siz ne kadar bunu kabul edersiniz.
İşte bunu kabul
etmeyen insan yerin ve göğün sahibi olan Allah'a nasıl eş koşar?, nasıl iki
tane ilah tanır.? Bir şehre tek vali, bir köye bir tane muhtar atanır. İki tane
muhtarın veya valinin bir anda anlaşıp işleri yürütmesi mümkün değil. Köyün
veya şehrin işlerini berbat ederler.
Nitekim Türkiye'de
şehirlerin yönetimi tek bir merkezden yapılmayıp ayrı ayrı müesseselerden
yönetildiği için herşey karma karışık yürüyor, yollar kazılmış, trafik berbat,
hava, su, elektirik hepsi problemli.
Hal böyle olunca; iki
ilahında anlaşması, kainatın sistemli bir şekilde düzeninin devam etmesi
mümkün olmaz. Biri ilkbahar isterken öbürü kış olmasını ister, biri yağmur
yağmasını isterken öbürü dolunun yağmasını isteyecek. Biri insanlara iyilik
yapmayı arzu ederken, diğeri de bunun tam tersi cezalandırmayı isteyecek.
Neticede kâinatın sistemi, yerin göğün sistemi düzgün bir şekilde
çalışmayacak.
Arşın Rabbi olan
Allah(cc), onların yakıştırdığı sıfatlardan münezzehtir. Hiçbir sıfatında
eksilme, noksanlaşma veya fazlalaşma yoktur.[26]
23- O
(Allah) yaptığından sorulmaz. Onlar ise sorulurlar.
Bu ayet Allah'ın
(c.c.) dokunulmazlığını bildiren bir ayettir. Zaten hiçbir şekilde hiçbir
insan, Allah'a zarar veremez. İnsan haddi aşıp tenkid edebilir, bu geçersizdir
ve insanın günah kazanmasına sebep olur. Küfre girmesine vesile olur. Onun için
gönlümüze ve dilimize dikkat etmek gerekiyor.
Biz inanıyoruz ki ilk
günden Kıyametin sonuna kadar hava hep aynıdır, hiçbir değişiklik yoktur.
Havanırkşoğuk olması, suyun donması o kadar nimettir ki milyonlarca mikrobun
ölümü ve çevrenin temizlenmesi demektir. İşte bizim açımızdan kötü gibi görülen
bu olay ve buna benzer diğer hadiselerde birçok hikmetler vardır. Onun için O
bu hikmetlerinden dolayı sorguya çekilmez, asıl hesaba çekilecek biz
insanlarız.
İnsanoğlu tarih
boyunca hep böyle olmuştur. Batıl dinler veya hak dinin tahrif edilmiş şekli
olarak ortaya çıkan dinler hep hak dinden yararlanmış faydalanmıştır.
Mesela Hak dinde
Rabbin dokunulmazlığı var, hiç bir kimse ondan hesap soramaz Öyle ise; ilah
olarak kabul edilen zat, kişi, nesne, canlı her ne ise onunda dokunulmazlığının
olması gerekir. Tıpkı Hindistan'daki ineğe tapanların, ineklere dokunmayıp,
yolun ortasına dahi yatıp trafiği aksatan ineğin rahatsız edilmemesi gibi.
İslamda böyle birşey yoktur. İnsanlar tarağın dişleri gibi hukuk ve kanunlar
önünde eşittir.
Günümüzde İslama
dayalı olmayan devletlerin yöneticilerinin dokunulmazlığı vardır. Bu kanunla
teminat altına alınır. Çünkü kanunları onlar koyduğundan kendilerinin hesaba
çekilmemesi kendi mantıkları içinde doğrudur.
Yani devleti
yönetebilmek için bir üst tabakanın kanunların üstünde bir elit tabakanın var
olması gerekir. İşte İslama göre bu Allah (c.c.)'dür. Peygamber bile değildir.
Hz. Peygamber ve diğer Peygamberler hem bu dünyada hemde ahirette sorumlu
kişilerdir, yaptıklarının hesabını vermeye hazırdırlar. Yalnız sorumlu olmayan
Allah (c.c.)'dür.
İslamm dışındaki
sistemlerde belirli kişilerin dokunulmazlığını kabul etme mecburiyeti vardır.
Çünkü o kanunların yürürlükte kalması için buna ihtiyaç vardır. Beşeri sistemde
bazı insanların ilahlaşabilmesi için bu dokunulmazlık gereklidir.[27]
24- Yoksa
O'ndan başka ilahlar mı edindiler? Deki: "Getirin delilinizi. İşte
benimle olanların zikri ve benden öncekilerin zikri budur." Hayır, onların
birçoğu hakkı bilmezler ve onlar (hakdan) yüz çevirirler.
22. ayette Allah-u Teala,
birliğini isbat eden bir akli delil getiriyor. "Eğer yerde ve gökte
Allah'tan başka ilahlar olsaydı kainatın düzeni bozulurdu" diyor.
Hakikaten ilahlık iddiasında bulunan insanlar yönetimi ellerine geçirdimi
düzen bozuluyor. Tabiatı yöneten Allah (c.c.)'dür. Tabiattaki gül ile bülbülde
hiçbir değişiklik yoktur. İlkgün nasılsa bugünde aynıdır. Ama insanların
yönetiminde ise Allah'ın yönetimini kabul etmeyen kendilerine göre birşeyler
yapınca da işler birbirine karışıyor.
İşte bu akli delili
verdikten sonra 24. ayette de bunun nakli delilini veriyor. Kafirlere;
Allah'tan başka bu tapındığınız ilah edindiğiniz şeyler hakkında delil getirin
deniliyor.
Oysa bizim delilimiz
var. "İşte benimle beraber olan zikir -Kur'an-burada, benden öncekilerin
zikri olan İncil ve Tevrat'a bakınız, onlarda da Allah'tan başka ilah olacağına
hiçbir yazıya, delile rastlanmamaktadır." buyuruyor.
Onların çoğu hakkı
bilmezler gerçeği bilmezler. Yani Allah'ı bilmezler. Allah'dan gelen hakikat
ve gerçekleri bilmezler. Bilmediklerinden ve cehaletlerinden dolayı da o imansızlar,
hak ve hakikatten, Allah'dan ve Allah'ın ayetlerinden yüz çevirirler.[28]
25- Senden
önce gönderdiğimiz her Peygambere: "Benden başka ilah yoktur, bana ibadet
edin" diye vahyettik.
İncil'de de, Tevrat'ta da,
Zebur'da da; "Allah'tan başka ilah yoktur, bana ibadet edin" diye
yazmaktadır. Diğer Kutsal sahife dediğimiz Suhuflarda da aynı emir var. Ve
bütün Peygamberlerin ümmetlerine ilk önce öğrettiği, üzerinde önemle durduğu
şey; Kelime-i Tevhid'dir. Allah'tan başka ilahın olmadığı ve ibadetin ancak ve
ancak O'n'a yapılması gerektiğidir.
Bunu da Yunus Emre;
"Dört kitabın
manası, Lailahe İllallah" şeklinde tercüme etmiştir. Bu dörtlüğü bu
ayetten ilham alarak söylemiştir.
Ancak günümüzde bir kısım
cahil sofular "La İlahe İllallah" demek "Dört kitabı okumak
sayılır" diyerek Kur'an okumayı, Hadis, Fıkıh okumayı gereksiz
görmektedir. Ayetin sonundaki "Bana ibadet edin" bölümüne dikkat
etsinler. İbadetin nasıl olacağını öğrenmek için; Kur'ani,Sünneti ve Fıkhı
bilmek zorundayız.[29]
26-
"Rahman çocuk edindi" dediler. O (çocuk edinmekten) münezzehdir.
Hayır onlar ikram edilmiş kullardır.
Mekke'li müşrikler;
"Melekler Allah'ın kızlarıdır." dediler. Hristiyanlarda; "Hz.
İsa'yı (a.s.) Allah kendine oğul edindi" diyorlar.
Bizde; "Haşa ve
kella, O bundan münezzehtir. Allah hiç bir kimseyi oğul edinmemiştir. Hiçbir
meleği kız edinmemiştir. Bütün kainat O'nundur. Şu benim kızımdır, şu oğlumdur
şeklinde ayrım yapmasına gerek yoktur." diyoruz.
Bilakis o melekler,
Allah katında İkram görmüş, ibadet eden kullardır. Onlar Allah'a isyan etmeden
verilen emirleri yerine getiren, ibadetlere devam eden kullardır.[30]
27- Onun
sözünün önüne geçemezler ve onun emriyle iş yaparlar.
İnsanların
inançsızları Allah'ın emirlerini yerine getirmedikleri gibi, bununla da
kalmayıp, O'nun sözleri önüne -kendi emir ve yasaklarım koymakla geçerler.
Hücûrat suresinde de Allah
(c.c); "Ey iman edenler, Allah ve Rasulünün önüne geçmeyiniz"
buyuruyor. Geçme denince önüne ayakla geçme değildir. Allah'ın ayetlerini
arkaya atıp insanların sözlerini öne geçirmektir. Burada imanlı imansız ayırımı
yapılmamalıdır.
İnsan bazen, çok
sevdiği kardeşi, şeyhi, hocası farketmez herhangi bir yaratılmışın sözünü,
ayetin önüne geçiriyorsa buna itibar edilmemeli.
En önde olacak olan
Allah'ın ayetleri, Efendimizin hadisleri, ondan sonra o insanların sözleridir.
Aksi durum İslam inançlarına ters düşer. Hele hele sözler ayete de taban tabana
zıt düşüyorsa durum daha vahimdir.
Müslümana düşen görev
Allah ve Rasulünün sözlerini arkaya atıp, onları geçecek söz söylememeli, başkalarına
da söyletmemelidir.[31]
28- Onların
önünde ve arkasındakileri bilir. Allah'ın razı olduğundan başkasına şefaat
edemezler. Onlarda O'nun korkusundan titrerler.
Bu ayet kıyamette
şefaatin varlığına bir delildir. Bazı müslümanlar şefaatin olmayacağına, şefaat
diye bir hadisenin olmadığı görüşündeler ve şefaati şirk olarak
değeılendirmekteler. Fakat ayet; "Melekler Allah katında şefeatte
bulunamazlar, ancak Allah'ın razı olduğu müs-. lümaıılara şefeatçi olurlar,
diyor. Ve o melekler, Allah korkusundan tir tir titrerler. Onun ilahi azameti
karşısında isyan etmeleri, sözünün önüne geçmeleri mümkün değildir.
Peygamberlerin de,
salih insanların da şefaat etme hakkı vardır. Bu konu ile ilgili Kur'an'da
ayetler ve Hz. Peygamberinde hadisleri mevcuttur. Peygamberlerin ve Salih
insanların şefaat edebilmesi için önce Allah'ın izni olması gerekir. Yoksa;
"Ya Rabbi ben bunu çok sevdim, bunu af et" şeklinde değildir, o
dilerse ancak şefaat ve af dileme geçerlidir.
İkinci olarak şefaat
edilecek kişinin müslüman olması gerekir. Müslüman olmayan insana
Peygamberlerin ve diğer salih kulların şefaat etme hakkı yoktur.[32]
29- Onlardan
kim: "Allah'ın dışında bende ilahım" derse işte onu cehennemle
cezalandırırız. Zalimleri biz işte böyle cezalandırırız.
Yani burada Meleklerden
ilahlık iddiasında bulunan olursa ki olamaz, onu cezalandırırız.
İnsanlar arasındaki
zalimleri de aynı şekilde Cehennemle cezalandırırız. Zalimden maksat ayetin
işaret ettiği gurub, zümre; kafirler zümresidir. Haddi aştığından dolayı kafire
zalim denmiştir. Zulüm haddi aş-masıdır. Allah'a (c.c.) itaat etmesi ve O'nun
koyduğu sınırlar içinde yürümesi gerekirken sının aştığı için kafirdir, diğer
bir tabirle zalim olmuştur.[33]
30- Göklerle
yerin bitişik iken ikisini ayırdığımızı kafirler görmediler mi? Ve biz her
canlı şeyi sudan yarattık. Hala iman etmeyecekler mi?
Bu ayette Allah (c.c.)
kafirleri imana davet edip, onlara akli deliller getiriyor. 22. ayette,
"Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka ilahlar olsaydı, yerin ve göğün
düzeni bozulurdu" ifadesiyle birliğini isbat ederken, bu ayette de;
"kafirler, bakmazlar mı veya görür gibi bilmezlerini ki yer ve gök
deniziyle, dağıyla, yıldızıyla, gezegeniyle bir birine bitişikti. Bir tane
idi, biz onları birbirinden ayırdık." buyruluyor.
Bu ayeti bazı bilginlerimiz,
alimlerimiz, batının buluşları doğrultusunda izah etmeye çalışmışlar;
"Uzay bir gaz bulutu şeklinde idi, dünya ve diğer gezegenler bu gaz
bulutundan koptu, zamanla dağlar, denizler oluştu ve Canlılar türedi"
şeklindeki batının açıklamasına karşı; "Efendim Kur'an'da bu teoriyi isbat
eden ayetler var" deyip bu ayeti delil gösteriyorlar.
Tabii ki batının bu
konuda ciddi çalışmaları var. Ama onlar bu buluşlarının kesin olduğunu
söylemiyorlar; "Bizim yaptığımız çalışma budur" diyor. Bizim ulemadan
bir kısmı da hemen Kur'an ayetlerini bir mühür gibi o buluşun altına
(basıveriyor) kullanıveriyor. İşte bu davranış yanlıştır.
Kur'an; yer ile gök
bitişikti, sonra biz bunları birbirinden ayırdık, şeklinde ifade ediyor. Yer
ile gök birdi, "buhar, gaz bulutu halindeydi" biz ayırdık denilmiyor.
Bu ayeti Hz. Ömer
(r.a.) şöyle anlamış; "Yer ile gök yaratık halindeydi. Yani gökte ve
yerde hiçbirşey yoktu. Ne bir yeşillik, nede bir canlı. Gökyüzünde de yağmur
yoktu. Sonra biz bunları ayırdık, gökyüzünden yağmuru, yeryüzünden de
çiçekleri çıkardık" anlamında anlamışlar.
Bizim dikkat edip
gözden kaçırmamamız gereken bir husus, ayetler; bilim adamlarının ilmi
buluşlarını isbat için değil, Allah'ın varlığını ve birliğini akli delillerle
isbat için gönderilmiştir. "Yeryüzünde otlar, çiçekler yoktu. Onları
bitiren biziz, sizi dünyaya getiren biziz, gökyüzünde de yağmurlar yok iken
Onu yeryüzüne indirip ölü toprağı dirilten biziz. Bunları biz yaptığımıza göre
Ahirctte de diriltecek olan biziz'-den" kasıt bu anlamdadır.
"Biz herşeyi
sudan diri kıldık." Çoğu tarihi çeşmelere hattatlar tarafından yazılan
bir ayettir bu.
Alimler herşeyin
aslının su olduğu görüşündeler. "Bütün eşyanın aslı su. Yeryiizününde,
gökyüzününde aslı sudur. Allah (c.c.) önce suyu yarattı, sonra suyu belirli bir
değişime uğrattı. Derken yıldızlar, güneş, dünya oluştu" diye mana
verenler var.
İkinci olarak herşeyin
yaşamasını suya bağlı olduğunu anlamış alimlerimiz. İnsanın vücudunun dörtte
üçü su, yeryüzününde dörtte üçü su. Bütün canlı ve nebatat su ile büyüyor. En
katı olarak bilinen taşın, kayanın içinde de kimyagerler suyun olduğunu, ateşin
içinde suyun olduğunu söylüyorlar. Yasin suresi son sayfada, "yeşil
ağaçtan ateşi çıkaran Allah" şeklinde geçmekte ki yeşil ağaç bir sudur,
ve bu sudan ateşi çıkarıyor Allah (c.c).
Su, insan hayatı
içinde büyük önem arz eden bir maddedir. Susuz bir hayat mümkün değil. Gıdasız
bir hayat belirli bir süre devam eder ama susuz bir hayat, canlılık çok zor
vede kısa olur. Öyle bir madde ki başkasını temizleyip kendisi kirleniyor. Daha
sonra toprak fi üt re s in den geçirilip, güneşin ışınlarıyla gök ve
denizlerde, ondan sonra havada dolaşan bulutlarda, daha sonrada tekrar yere
indiriliyor.
Son günlerde
"atık suların" kullanılıp kullanılmamasının fıkhi yönü tartışılıyor.
Eğer yağmur suyunun antıldığı kadar arıtılıp temizlenebili-yorsa kullanılır.
Zira bizim kullandığımız atık sular, buhar haline gelirken pislikleri toprakta
kalıyor, daha sonra güneş ışınlarıyla dezenfekte edilip havalandırıldıktan
sonra da yeryüzüne lemiz olarak gönderiliyor. İşte bu olayları gördükleri halde
"Hala mı iman etmeyecekler?" Yani Allah'a boyun eğmeyen, O'ndan başka
ilahlara iman edenlerden daha geri zekalı, aklı kıt insan yoktur. Zira Kur'an
"Hala mı iman etmiyorlar, hala mı düşünmüyorlar?" ifadeleri onların
zekâlarının, akıllarının ne denli kıt olduğunun bir delilidir.[34]
31- Onları
sarsmasın diye yeryüzünde dağlar yarattık. Yol bulabilsinler diye orada geniş
yollar yarattık.
İnsanları sarsmasın
diye yeryüzünde dağlar diktik. Dünyanın dönüşü esnasında insanların sarsılıp
etkilenmemesi için dağlar dikilmiştir. Yeryüzünde dağlar bir denge unsurudur.
"Ve o dağların
üzerinden de gedikler açtık ki" biz buna "geçit" diyoruz.
Öyleki, yeryüzünde sıra dağlar bir baştan bir başa uzanıp giderken insanların
bu dağlan geçip diğer belde ve bölgelere ulaşımı için Allah bazı geçit ve
gedikler bırakmış ki, insanlar rahatça geçebilsin. Bunlar ülkemizdeki Zigana
geçidi, Sertavul geçidi, Külek boğazı gibi geçitlerdir.
İşte böylece insanlar
yollarını bulabilsinler, yani uzun seyahatlerde, ticaretlerinde, varacakları
yerlere kolay varabilsinler diye. Bu anlama geldiği gibi, dağlara onlar
üzerinde kurduğumuz geçit ve yollara baksınlar, derken Dağların nasıl
yükseltildiğine baksınlar da hidayete Sırat-ı Müstakıyme ersinler anlamına da
gelir.[35]
32-
Gökyüzünü korunmuş tavan olarak yarattık. Onlar ise gökyüzünün ayetlerinden
yüz çeviriyorlar.
Biz, gökyüzünde korunmuş,
sağlam bir tavan yaptık. Tabii ki yeryüzünden baktığımızda bize göre tavandır.
Dünya yuvarlak olduğu için insan kendisini dünyanın ortasında zanneder. İşte
dünyada aynı şekilde bütün yıldızların ortasında, çevresi tamamen diğer
yıldızlarla kuşatılmış gibidir. Böyle bir kuşatma ile gökyüzüne bakıldığında
her bakan kişi için gökyüzü bir tavan gibidir. Tıpkı Süleymaniye camii veya
Sultanahmet camii kubbeleri gibi.
Fakat o imansızlar bu
gökyüzündeki ayetlerden yüz çevirirler. Ayetlere, "öküzün karpuz kabuğuna
baktığı gibi" bakarlar. Güneşin ısısından, ayın ışığından faydalanırlar
da bunun kaynağı nedir, nereden geliyor diye düşünmezler.
Yine bu gökyüzü
cisimleri "med ve cezirlere" faydası oluyor. Bu "med ve
cezir" olayları da insanoğlunun binlerce işine yarıyor. İşte bu
inançsızlar, bunlara ibret nazarıyla bakmazlar. Bir sanat galerisini gezip
oradaki sanatları görüp sanatçıya teşekkür ettikleri gibi, Kainatın sanat
galerisini görürler, gezerler de, o kainatın sanatçısına şükretmezler.[36]
33- Geceyle
gündüzü, güneşle ayı yaratan O'dur. Her biri bir yörüngede yüzmektedir.
Geceyi, gündüzü,
güneşi, ayı yaratan Allah (cc)dür, Her biri bir yörüngede yüzüp
durmaktadırlar.
Yani güneşin kendine
has bir yörüngesi, ayın kendine has bir yörüngesi, diğer gezegen ve
yıldızların bir yörüngesi vardır. Aynı şekilde gündüz ile gecenin bir yörüngesi
vardır. Onlarda yılın hangi gününde kaç dakika uzayıp kısalması gerekiyorsa, o
gün, o ay ve zaman geldi mi; o tayin edilen rotada gidiyor. İzinsiz ne bir an
uzama, nede kısalma yoktur.
"Küllün"
kelimesiyle de bütün yıldızların kendi yörüngelerinde dönüp durduğunu bize haber
veriyor. İnsanoğluda kendi yörüngesinde dönüp durması gerekir. Bu yörünge
Allah'ın çizmiş olduğu sınırı aşmamakdır. Hz Peygamber; "Mü'min kazığa
bağlı at gibidir." buyurmuştur.[37] Yani
mü'min; şeriate bağlı bir insandır. O şeriatın dışına çıkmamalı. Çıkarsa da
geriye dönmeli.[38]
34- Senden
önce hiçbir insana ebedilik vermedik. Sen ölünce onlar ebedi mi kalacaklar?
Hz. Peygamberin
başarısını gören inançsızlar Peygamber için "bir Ölsede kurtulsak"
derler. Ama Allah (c.c.) "Senden önce de hiçbir insana ebedilik
vermedik." Ebedi olarak devamlı yaşayan olmamıştır. O kafirler ebedi mi
kalacaklar. Sen de öleceksin, senin öldüğün gibi Onlarda ölecekler.
Başka bir ayette de;
"Muhammed'de ancak bir Rasuldür. Ondan Öncede nice Peygamberler gelip
geçmiştir. Eğer o, ölür veya öldürülürse dinden geriye dönüp
gidecekmisiniz.?" buyruluyor.[39]
Hz. Peygamberin
vefatında bazı münafıklar sevinmişlerdi, ama sevinçleri kursaklarında kaldı.
Zira O'nun mirası dört büyük halife ve ondan sonraki alimlerin, mücahitlerin,
müslümanların yardım ve gayretleriyle günümüze kadar gelmiştir. Bundan sonra
da devam edecektir. Biz Efendimizin bedenini kaybettik ama onun dini bugüne
kadar gelmiştir.[40]
35- Her
nefis ölümü tadacaktır. Biz sizi şer ve hayırla imtihan ederiz. Ve bize
döndürüleceksiniz.
Her canlı ölümü
tadacaktır. Yani Peygamberde ölecek, onun dostları da onun düşmanları da
ölecektir. Günümüzde, bizler de öleceğiz, bizim dostlarımız da, düşmanlarımız
da ölecektir.
Ölüm ile İslâm davası
sona ermez, Ölmez. İslâm davası Allah'ın davasıdır, koruyacak olan O'dur.
Bugün bizimle korur, yarın başka insanlarla korur. "Binlerce insan bu
İslâmın korunması için mallarını gerektiği zamanda canlarını vermişler, gözyaşı
akıtıp alın teri dökmüşlerdir. Bundan sonra da bu aynı şekilde devam edecektir.
"Sizi, biz iyilik
veya kötülükle imtihan ederiz." Yani bazen fakirlikle, bazen zenginlikle;
Zenginliği verince şükredecek mi? Fakirliği verince sabr edecek mi? diye
imtihan eder. Hastalık veya sıhhat ile dener hastalıkta sabır, sıhhatle
şükredecek mi? diye imtihan eder.
Bizim için imtihan;
bilinmeyen birşeyi bilip, bilmediğini ortaya çıkarmak içindir. Ama Allah'ın
ilmi ezelisi var. insanoğlunun fakirlik ve zenginlikte sabır veya şükür
edeceğini O'nıın bilmemesi mümkün değildir.
Madem ki biliyorda niçin
imtihan ediyor.? diyen olabilir. Eğer imtihandan geçirilmezsek ahirette;
"Ya Rabbi eğer sen fırsat verseydin ben sabrederdim veya şükrederdim"
şeklindeki itirazı bertaraf etmek içindir.
İnsanın yapmış olduğu
ameller ki, bunlar birer soru kağıdı durumundadır. İşte bu imtihanın
neticesidir denilecek. Ancak bize döndürüleceksiniz. İmanlısı da, imansızı da
O'na doğru gidiyor, bunu inkar edemiyorlar.
Belki sağlığında Allah'ın
varlığım, birliğini inkar ediyor ama bu Rabbe olan dönüşünü inkar etmesi mümkün
değil. Zira dedesi, ninesi, annesi, babası gidiyor. Kendisi yaşlanıyor, bu
dünyaya gelmesi veya gelmemesi elinde değil. İstese de istemese de büyüyüp
yaşlanıyor. Ölümün neticesinde imanlısını da, imansızım da toprağın altına koyuyorlar.
İşte bu olaylar
imansızın birgün aklına gelir ve "inkar ediyoruz ama elimizde olmadan
karşı koyma gücümüz olmadan bir yerden alınıp götürülüyoruz" diye yatağına
yatıp, belki kafasına, zihnine takılır düşünür.[41]
36- Kafirler
seni gördüklerinde, "sizin ilahlarınızı ağzına alan bu mu?" diye seni
alaya alırlar. Halbuki onlar Rahmanın zikrini inkar ediyorlar.
Hz. Peygamber;
"Allah'tan başka ilah edinmeyin, bu ilah diye kabul ettiğiniz adamlar,
sizi yöneten bu adamlar bunlarda ölecek, ölenden ilah olmaz, ölüm acizlik
belirtisidir. Öyle ise bu adamlara bağlanmayın, onları tanımayın" deyince,
inkarcılarda; "bizim atalarımız, büyüklerimiz hakkında bu mu
konuşuyor?" şeklinde cevap veriyorlar ve "Sen kim? Darünnedvenin
parlamenterleri kim?" diye de Hz. Peygamberi hafife alıyorlar.
Günümüzde de
mtislumanlar alaya alınıyorsa ki alınmaması mümkün değil. Müslüman sevinmeli,
zira Peygamberinin 'yolunda olduğunun bir kanıtıdır.
Gerçi Peygambere
lâyıkıyla ümmet olduğumuzu iddia edemeyiz. Ama müslümanları alaya almak hafife
almak için yazılan çizilen herşey bizim onun ümmeti olduğumuza bir işarettir.
Gazetesinde,
"İsâlmın ayak sesleri geliyor" dikkatli olun diyenler, şimdi alaya
almaktan vazgeçmişler, biraz korkuya yönelmişler korkuyorlar. Köşe
yazarlarından biride; "müslümanlar % 98 çoğunlukla iktidara gelseler,
yönetim yine onlara verilmemeli. Zira buna demokrasi değil, çoğunluğun
despotluğu denir" diyor.[42]
37- İnsan
aceleden yaratılmıştır. Size ayetlerimi göstereceğim. Acele etmeyin. İnsan
aceleci olarak yaratılmıştır. İnsanın mayasında acelecilik de vardır. Allah-u
Teâla bize neyi vermişse o güzeldir. Güzel olduğu için bize verir. İnsanın
hoşuna gitmeyen "korku" insana verilmiştir. İnsanların akıllarının
farklı olduğu gibi, bu korku olayı da farklıdır.
Diyelim ki Allah
(c.c.) bazı hasletleri çocuklarımızın yaratılışında verme yetkisini bize
veripde "istediğiniz kadar korku verin, istediğiniz kadarda vermeyin"
demiş olsaydı, geri zekalı insan çocuğunun korkusuz olmasını isterdi. Korkusuz
insanda tren yolunda korkmadan trene karşı yürür. Trafikte arabaya karşı yürür,
kavgada diğer insanın ölümüne sebep olabileceği gibi belki de kendi ölümüne
sebep olur.
Yani korku olmayınca
tedbir olmaz. İşte bu korkunun neticesi olarak tedbire baş vuruyoruz. Asi olan
bunu yönlendirmektir. Yani Allah'ın sevgisini kaybetmekten korkmamız gerekir.
İşte acelecilikte
aynıdır. O da insanın fıtratına verilmiştir. İyi yönlendirilirse korkuda
olduğu gibi iyi olur. Namazı vaktinde kılmak için acele etmek, ecel gelmeden
önce tevbede acele etmek, hayırlı işlerde acele etmek, şer olan işlerde
de.yavaş olmak iyidir. Taha suresi 84. ayetinde, Musa Aleyhisselamın Rabbinin
rızasını elde etmek için acele ettiği bildirilmiştir. Size ayetlerimi
göstereceğim, benden acele istemeyin, acele etmeyiniz buyuruyor Allah (cc).[43]
38-
"Eğer doğru söylüyorsanız, va'd (kıyamet) ne zaman?" derler.
39- Keşke
kafirler cehennem ateşini yüzlerinden ve sırtlarından sayamayacaklarını vede
yardım olunmayacakları zamanı bir bilselerdi.
Yani birgün ateşle
karşılaşacaklarını önlerinden ve arkalarından ateşin onları saracağını,
kimseninde imdadına yctişemeyeceğini, itfaiye ekibinin de ahirette olmadığını
bir bilselerdi, Allah'ın azabının acele gelmesini istemezlerdi, demişler.[44]
40- Hayır o,
onlara ansızın gelecek ve onları şaşırtacak. Onlarda onu geri çevirmeye gücü
yetmeyecek ve onlara mühlet verilmeyecek.
"Kıyamet-i
Kübra" dediğimiz, bu kainatın sonu mutlaka gelecek. Bizler belki ona
yetişenleyiz ama "Kıyameti Suğra" dediğimiz herkesin "küçük
kıyameti" kopacak. Yani ölüm mutlak, bunda kimsenin şüphesi yoktur. Bunun
ne zaman geleceğini de yine kimse bilemez.
Ansızın, kimimizi evinden
çıkarken, kimisini yolda, kimisini iyilik işlerken, kimisini de şer bir amel
başında yakalayıveriyor. Bundan dolayı kişi bütün davranışlarına hemen
ölüverecekmiş gibi dikkat etmelidir. Aksi halde kötü bir amel başında iken ölüm
yakalarsa bunun hesabını vermek zor olur. Böyle bir duruma düşmemenin de yolu
iyi işler yapıp, iyi düşünmek, niyetimizi salih kılmaktır.[45]
41- Andolsun
ki senden önceki Peygamberlerle de alay edildi de onlarla alay edenleri alay
ettikleri kuşatıverdi.
Kafirler, Peygamberlerin
zayıflığıyla alay ediyorlardı ama kendileri zayıf düşmüştür. Peygamberlere;
"siz başarılı olamazsınız, yok olur gidersiniz" denildi,
inkarcıların kendisi başarısız olup yok oldular.
Yani hangi sahada,
hangi yönden alay etmişlerse o başlarına gelivermiştir. Türkiyede
müslümanların aleyhine alınmış bütün kararlar müslümanların lehine dönmüştür.
Korkarak müslümanlar için aldıkları kararlar başlarına bela olarak dönmüştür.
Bu imansız kesim
hatayı bir yerde yapıyor. O da Allah'a iman da, başta inanç konusunda hata
ettikleri için diğer hataları da onun peşinden geliyor. 1957'de A.B.D.
Cumhurbaşkanı Türkiyeye gelir, hiç koruma olmaksızın halkın içinde
tokalaşarak, selamlaşıp gezer.
Ama 1991 de gelen
Başkan ise A.B.D.'li polis ile 5000 tane T.C. polisi tarafından korunur. Bunun
anlamı şudur. ABD'nin Dünya için almış olduğu bütün tedbirler aleyhine
gelişmiştir.[46]
42- Deki:
"Gece ve gündüz Rahman'dan sizi kim koruyabilir?" Hayır, onlar
Rablerinin zikrinden yüz çeviriyorlar.
Deki Allah'a karşı
gecede veya gündüzde sizi kim koruyabilir. Geceyi yaratan Allah, gündüzü
yaratan O, gece veya gündüzde size, başınıza bir bela geliverecek olursa kim
sizi korur. Fakat onlar Rablerin zikrinden yüz çeviriyorlar. O Kur'an'dan yüz
çevirene Allah(cc) bu dünyada iken azabını tattıracak olursa onu engelleyecek
hiçbir güç yoktur.[47]
43- Yoksa
onları bizden koruyacak ilahlar mı var? Onlar (ilahlar) kendilerine bile yardım
etmezler. Ve onlar tarafımızdan sahip çıkılmazlar.
Allah'tan başka
onların ilahları mı varki onları savunsun? -Ellerindeki mevcut silahları kendi
başlarına birgün gelir bela olur. Onun için Allah'ın azabından kurtaracak, o
azabı engelleyecek hiçbir güç yoktur.
Allah (c.c.) bu azabı
tabiat üstü güçlerle, yani gökyüzünden taş yağdırmakla, Firavunu denizde
boğdurmakla, Nuh (a.s.)'ın tufanı gibi olaylarla bunları yapmıştır. Zaman
içinde de müslümünları güçlendirerek, kafirlerinde yüreğine korku salarak
yapmıştır ki, günümüz şartları yavaş yavaş buna doğru gidiyor.
O zaman o ilahlar
kendilerine bile gelen azabı def edecek güçte değillerdir. İlah diye tapılanlar
öyle bir duruma düşerler ki kendi başlarının derdine ancak kendileri bakar,
fayda veremez.
Bir zamanlar
Afrika'daki küçük devletlerden Rusya'ya kızan kapitalist oldu, Amerika'ya
kızan sosyalist oldu. Halkları da kendi aralarında kavga etti. Öyleki
kapitalist A.B.D. ile sosyalist Rusya'nın kendi başlarına bakacak durumu yok
ki bu küçük devletlere fayda versin.
Onların Allah katında
da bir değeri yoktur. Canına faydası olmayanın, cananına da faydası olmaz.
Fakat onların bu dünyada iyi imkanlara sahip olmalarına gelince:[48]
44- Evet,
biz onları ve babalarını, ömürleri onlara uzayıncaya kadar (uzun zaman)
faydalandırdık. Bizim yeryüzüne gelip etrafından eksilttiğimizi görmüyorlar
mı? Acaba galip gelen onlar mı?
Bu toplumların da belirli
bir ömrü vardır. Bazı devlet üzerine felsefe yapanlar; "Devletlerinde
insanlar gibi ömrü vardır. Doğarlar, büyürler sonra küçülüp tekrar yeniden
doğarlar." derler. Ayet-i Kerime doğrudan bunu onaylamıyor. Ama biz onlara
nimetler veririz ki, devlet olmada bir nimettir. Tabii ki bu nimet belirli bir
zamana kadar devam eder.
"Görmüyorlar mı?
biz yeryüzünün çeşitli yerlerinden gelip ve onun etrafından noksanlaştınyoruz."
Yani küfrün saltanatı
her zaman noksanlaşıyor. Müslümanlar güçlenip çoğalıyorlar, bunu görmüyorlar
mı? Yoksa onlar mı galip gelecekler? Yani müslümunların galibiyeti devam
ederken Ailah(cc) o müslü-manlara yardım ederken, o imansızlar mı galip gelecek?
tabiki galip gelemeyecekler.
Başka bir ayette;
"Allah'a (dinine) yardım ederseniz o da size yardım eder." Eğer
Allah(cc) size yardım ederse size gaiip gelecek olan yoktur.
Önce gayret etmek
gerekir. Allah(cc)bir zaman meleklerle kafirleri savaştırıp, meleklere
kafirleri kullanmıştır. Mü'minler gayret ettikleri zaman başarılı olmuşlardır.
Amaç kafir kırmak, onları katletmek de değil. Bütün dünya insanına hakimiyeti
sağlamaktır.[49]
45- Deki:
"Ben sizi ancak vahiyle uyarıyorum. Sağırlar uyarıldıkları zaman çağrıyı
duymaz.
Deki; ben sizi ancak
vahiy ile uyarmaktayım. Yani yolunuz Cehenneme gidiyor, yazık oluyor size. Bu
can Cehennemde yanmamak diye vahiyle sizi uyarıyorum.
Fakat imansızlar,
sağır olanlar bu kadar ikaza, uyarmaya rağmen bu çağrıyı duymazlar. Hak ve
hakikate karşı kulaklarını kapatıyorlar. Herhangi bir ortamda İslam'dan,
hakikatten bahsetmeye başladınız mı, rahatsız olan imansız ya orayı terk eder
veya oradaki insanları alaya almak, susturmak suretiyle onu dinlemez.
İşte gerçek sağır, fiili
olarak kulakları duymayan değil, Allah'm(cc) Peygamberi vasıtasıyla yapmış
olduğu çağrıyı ve ikazı duymayan imansızlardır.[50]
46- Eğer
Rabbinin azabından bir esinti onlara dokunsa; "Eyvah bize, biz gerçekten
zalimlerden olduk.!" derler.
47- Kıyamete
ait adalet terazilerini koyarız. Hiçbir kimseye hiçbirşeyle zulmedilmez. Eğer
(yaptığı) hardal tanesi ağırlığında bile olsa, biz onu getiririz. Hesaba çekici
olarak biz yeteriz.
O gün amellerin
tartılması için adaletle hareket eden teraziler koyarız. Bu terazilerin
keyfiyeti bizce malum değildir. Elektronik terazi gibi midir? Bakkalın marketin
iki kefeli terazisi gibi midir? Yoksa belediyenin baskülü gibi midir?
bilemiyoruz ama, ayet bize; amellerin tartılmasını ve tartı içinde bir
terazinin konulacağını haber veriyor .
Aynı şekilde
meleklerin de amellerimizi nasıl kaydettiği, iyi veya kötü şeyleri nasıl
yazdığı bizce keyfiyeti bilinen şey değildir.
Orada hiçbir kimseye
haksızlık yapılmayacaktır. Yapılan iş hardal tanesi kadarda olsa o adalet
terazisine konulacaktır.
Ayette; "hardal
tanesi" ifadesi geçiyor. Bu küçüklükten kinaye içindir. Yani Arabın
dilinde küçük denilince ilk akla gelen küçük hardal tanesi olduğu için. İncir
çekirdeği vede haşhaş taneleri de onun kadar küçüktür.
Başka bir ayette de;
"Zerre" olarak ifade etmiş, "kim zerre miktarı hayır işlerse onu
görür, kimde zerre miktarı şer işlerse onu görür" buyruluyor. (Zilzal
suresi) Zerreden maksat maddenin en küçük parçasıdır. Biz buna bugün
"atom" diyoruz.
Herkes amelinin
karşılığını mutlaka görecektir. Bu iyilik olsun, kötülük olsun farketmez.
Diyelim ki çok iyilik yapan bir kafirin durumu, amelleri tartılırken;
imansızlığı terazinin bir tarafına, iyi amelleri de bir tarafa konulur. Yaptığı
şey zayii edilmez. Fakat imansızlık ameli bütün kainattaki varlıklara
saygısızlık olduğundan, alemlerin Rabbini tanımama olduğundan dolayı küfrü
ağır basar.[51]
48-
Andolsun, Musa'ya ve Harun'a hak ile batılı ayıranı, müttaki-lere bir ışık ve
öğüt olanı (Tevrat'ı) indirdik.
49- Onlar
(müttakiler), görmeden Rablerinden korkarlar ve onlar kıyametten de korkarlar.
Bu ayetlerde Allah (c.c);
"Musa ve Harun'a Furkam verdik." buyuruyor. "Furkan"
Tevrat'ın diğer bir ismidir . Aynı zamanda Kur'an-ı Kerim'in de bir ismidir.
Furkan; hak ile batılı birbirinden ayırt eden anlamındadır.
Şu yapılan ameller
iyi, şu yapılanlarda kötüdür, diye açıklamak üzere; "Harun ve Musa
(a.s.)'a ve muttaki insanlara, onların yolunu aydınlatması, ışık olması için
Tevrat'ı indirdik" der Allah (c.c).
49. ayette de
müttakiler tarif ediliyor. "Onlar tenhada Rablerine candan saygı
gösterirler ve onlar kıyametten de korkarlar, ona görmeden iman ederler."
Allah'a(cc) hamd olsun
bizde O'nu görmeden, O'na inandık, hemde görür gibi. Çünkü etrafımızdaki herşey
O'nun varlığına işaret etmekte. İnsan teknolojisini ne kadar geliştirirse
geliştirsin, geliştirdikçe kendi aczini ortaya koymaktadır. Zira bu kadar
teknolojik ilerlemeye rağmen bir ağaç yaprağını yapamamaktadır. Sadece suni
olarak, naylondan çiçek ve yapraklar yapabilmektedir.[52]
50- İşte bu
(Kur'an) indirdiğimiz mübarek bir zikirdir. Siz onu inkar mı ediyorsunuz.?
Allah'a (cc) hamd
olsun şu anda mü'minler arasındayız. Bizim için böyle seçkin bir inanan
topluluk içinde bulunmak büyük bir nimettir.[53]
51- Andolsun
ki daha önce de İbrahim'e rüşdünü (doğruyu bulma ilmini) vermiştik. Ve biz onu
biliyorduk.
45. ve 50. ayete kadar
olan ayetlerde ahiret hayatının varlığını ve ahirette azabın olacağını, o günde
hesabın yapılıp terazide amellerin tartılacağını ve insanlara zerre kadar zulüm
edilmeyeceğini, kişilerin amelleri hardal tanesi kadar da olsa onun
değerlendirileceğini beyan ediyordu.
Hardal tanesini örnek
vermesindeki hikmet, bütün dünya insanın tanıyabileceği bir kelime olduğu
içindir. Yani uluslararası tanınan, bilinen birşey olduğu için bunu örnek
vermiştir. Yine cennetteki nimetlerden bahsedilirken de üzüm, süt, bal gibi
bütün insanların tanıdığı şeylerden bahsedilir. İşte bu husus, aynı zamanda
islâmm bütün dünya insanına geldiğinin delillerinden biridir.
Hardalı bütün dünya
tanıdığı için, sanayide de hayli kullanılan bir bitki. Onun için Kur'an bütün
insanlığa geldiğinden dolayı bütün insanlığın anlayabileceği kelimeleri,
deyimleri kullanır. Daha sonra ayetler ibrahim (a.s.)'m olayına geçer. Ve
ardarda 10'a yakın Peygamberin hayatından bahseder. Başta da belirttiğimiz
gibi bu sureye Enbiya suresi ismi verilmiştir. Diğer surelerin hiçbirinde bu
sure kadar diğer Peygamberlerin olaylarından söz edilmez. Bu surede; Musa
(a.s.), Harun (a.s.), İbrahim (a.s.), Lut (a.s.), îshak (a.s.), Yakub (a.s.), Nuh
(a.s.), Davud (a.s.), Süleyman (a.s.), Eyyub (a.s.), İsmail (a.s.), İdris
(a.s.), Zülkifl (a.s.), Yunus (a.s.), Zekeriyya (a.s.), Yahya (a.s.), İsa
(a.s.)'dan bahsediliyor. Yaklaşık 17 Peygamber.
Müslümanlar bu
Peygamberlerin isimlerini çocuklarına isim olarak da koymaktadır. Sadece
Zülkifl ismi çok az kullanılıyor.
Kur'an'da bunlardan
bahsedilmesi Hz. Peygambere bir moraldir. Geçmişte bu peygamberlerde bu tevhid
mücadelesini verdiler. Sen de bu mücadelenin bir devamısın. Onlar Tevhid
mücadelesinden yılmadılar. Sen de aynı mücadeleden yılma anlamındadır.
Bu ayette de Rabbim
buyuruyor ki; "Biz İbrahim'e rüşdünü verdik." "Rüşd" doğru
yol, sağlam hidayet yolu, eğriliği olmayan, insanı dünyada devlete, ahirette
de saadete ve Cennete götüren İslâm yoludur denmiştir.
Birde, "iyilik
yapabilme kabiliyeti" manası da verilmiştir. Türkçemizde de kullanılır,
"Çocuk rüşdüne erdi." Yani iyi ile kötüyü birbirinden ayırt edecek
kabiliyete geldi manasında da kullanılır.
Ayette, Allah (c.c.)
İbrahim (a.s.)'a; iyi ile kötüyü birbirinden ayırt edebilecek kabiliyet verdi
ve Peygamber olarak görevlendirdi diyor.
Kimin Peygamber olup,
kimin olmayacağını Allah (c.c.) bilir. Mekkeli müşrikler bu mu Peygamber
olacak? diye alay ediyorlardı. Şimdi İbrahim (a.s.)'m Peygamberliğine itiraz
edenlere bir cevap olduğu gibi, Efendimizin Peygamberliğine de itiraz edenlere
bir cevap taşımaktadır. Peygambe'r seçme hakkı Hz. Allah'a (c.c.) aittir,
dilediğini Peygamber yapar.[54]
52- Hani o
babasına ve kavmine "şu ibadet edip durduğunuz heykeller nedir?"
demişti.
İbrahim (a.s.)
Peygamber olunca babasına ve kavmine şöyle der. Şu sizin önünde ibadetler
yaptığınız, el pençe divan durduğunuz bu heykeller neyin nesidir?
Peygamberlik görevini ifa
ederken önce babası İbrahim (a.s.)'ın karşısına durur. Burada Peygamberlerin
kıssalarının ardarda verilmesindeki hikmetlerinden biri de; İslami hizmet ifa
etmek isteyen bir kişinin karşısına da en yakım olan babasının çıkabileceği
gibi Hz. İbrahim (a.s.)'in karşısına babası çıkmıştır. Nuh (a.s.)'m karşısına
oğlu, Lût (a.s.)'m karşısına hanımı çıkmış, Yusuf (a.s.)'m karşısına da
kardeşleri çıkmış. Yani böyle bir vazifede en yakın akrabaların karşı
çıkabileceğini, bunu göğüslerken de, bunlara hitab ederken, hitabın iyi
seçilmesi gerekir.[55]
53- Dediler
ki: "Biz babalarımızı onlara ibadet yaparken bulduk."
Babalarımız bunlar
Önünde ibadet yapıyorlardı, bizde onların yoluna uyduk diyorlar.
Bu cevap, Kur'an'ın
birçok yerinde kafirlerin dilinden bize nakledilmiştir. Bu, kafirlerin
Allah'tan başkasına ibadet ederken, onun yolundan giderken, bu ibadet ve
gidişatının akli ve nakli herhangi bir dayanağı yoktur.
Günümüzde de durum bundan
ibarettir. Onun için bu konuda köşeye sıkıştıklarında eski dönenılerdekilerin
verdiği cevap; babalarımızı böyle yaparken bulduk. Günümüzde ise Avrupa böyle
yapıyor, filan devlet böyle yapmamızı istedi. Veya o uygar da onun için böyle
yapıyoruz, cevabını verirler. Üslub olarak Hz. İbrahim (a.s.)'ın zamanındaki
inançsız ile günümüzün inançsızının ifadeleri aynı, kelimelerinde biraz değişiklik
var.[56]
54-
(İbrahim): "Muhakkak siz ve babalarınız apaçık bir sapıklığın
içindesiniz" dedi.
Babalarınızın
sapıklıkta olması, onların peşinden de sizin gitmeniz, sizin yanlış yolda
olmadığınızı göstermez.
Ateşe doğru giden
adamın, peşinden giden kişinin ateş tarafından yakılmayacağını, suçunun
affedileceğini, "Bu adam geldi de bende bunun peşinden geldim"
şeklindeki özürünün kabul edileceğini gerektirmez.
İşte İbrahim (a.s.)'da
kavmine bunu anlatmaya çalışıyor. Yani babalarınız sapıklık içinde, sizde aynı
yoldan gitmekle sizde sapıklık içindesiniz, çocuklarınızı da arkanızdan
getirecek olursanız onlarıda sapıtmış olursunuz diyor.[57]
55- Dediler
ki: "Sen bize hak ile mi geldin, yoksa şakacılardanmısın:
Dediler ki: "Sen
bize gerçeğimi getirdin. Yoksa sen bizimle dalgamı geçiyorsun.?
Yani İbrahim (a.s.)'ın
böyle birşeyi söylemesine ihtimal veremiyorlar. Zira babası put bakanı vede
üzerine konan sineği dahi uzaklaştırmaktan aciz olan ama Nemrut'un emri üzere,
kendi elleriyle yapmış oldukları bu putlara; "ibadet etmeyin..!"
diyecek. Bu mümkün olmayan birşey.
Adamlar öylesine
şartlanmışlar ki, ona ibadet edilmesi, onun yolundan gidilmesi konusunda
İbrahim (a.s.) gibi bir Peygamberin birşeyi söyleyebileceği akıllarının ucundan
bile geçmediği için; "her halde şaka yapıyorsun!" diyorlar.[58]
56-
(İbrahim) dedi ki: "Hayır, sizin Rabbiniz, göklerin ve yerin Rabbidir ki
onları (ilahlarınızı) O yarattı. Ben de buna şahitlik edenlerdenim."
Sizin Rabbinizde yerin
ve göğün Rabbidir. O Rab ki; bu tapındığınız İlahları da yaratmıştır. Ve ben de
buna şahidim. Yani bunların ilah olmadığına ben şahidim. Bunları Allah'ın
yarattığına da şahidim.
Nasıl ki bir hakim
önünde bir olayın nasıl olduğuna, o kişiye ait olup olmadığına veya o kişinin o
fiili gerçekleştirip gerçekleştirmediğinin söylenmesine, "şahidlik"
diyorsak, halkın huzurunda da Allah'tan başka ilahların olmadığına, yeri göğü
ve bu ikisinde bulunan herşeyi o yarattığına ikrar etmeye şahidlik diyoruz.
Her ne kadar İbrahim
(a.s.) bunlar yaratılırken yok ise de; "Ey bizim Rabbimiz, senin inzal
ettiklerine inandık ve Rasullerine tabii olduk, bizi şahid olanlardan yaz"
diyoruz.
İşte her inanan buna
şahiddir. Her inanan gibi İbrahim (a.s.)'da bende bunlara bu şekilde şahidim
diyor. Onun için kelimei şehadette "Ben şahitlik yaparım" lafzı
kullanılmıştır. "Ben şahidlik yaparım ki Allah'tan başka ilah yoktur"
derken şahitliği neye dayanarak yapıyoruz. Etrafımızda gördüğümüz eşyaya,
ağaçlara, insanlara ve diğer olaylara bakarak şahidlik yapıyoruz.
Daneyi yeşertip,
büyütüp tekrar dane haline getiren O. Hiçbir canlının bunu yapması mümkün
değil. İşte İbrahim (a.s.)'da böyle bir şahitlik yapıyor.[59]
57-
"Allah'a yemin olsun ki, siz dönüp gittikten sonra putlarınıza bir tuzak
kuracağım."
58- Onları
(putları) paramparça etti. Ancak, kendisine başvursunlar diye putların büyüğünü
bıraktı.
İbrahim (a.s.); Allah'a
yemin ederim ki siz ayrılıp gittikten sonra putlarınıza bir oyun oynayacağım
diyor. Sonrada onları paramparça etti. Yalnız onların büyüğünü bıraktı, belki
ona müracaat ederler diye.
İbrahim (a.s.)
puthaneye gider orada hepsini parçalayıp büyüğünü parçalamayıp bırakmasındaki
gaye de, insanların ona müracaat etmesi, ona sorması, veya bu
"İleyhi"deki zamirin İbrahim (a.s.)'a raci olduğunu söylerler. O
zaman, "İbrahim'e gelsinler, sorsunlar" diye anlamı çıkar.
Söz yaptırım gücüyle
orantılı olur. Yani kişi sözünü fiile dönüştürmezse bir ömür boyu konuşsa bile
faydası olmaz. İbrahim (a.s.); onların heykellerin önünde eğilmemelerini
istedi. Onlara tapınmamalarını istedi. "Elinizle yonttuğunuz taşlara,
ağaçlara ilah diye tapıyorsunuz, sizde, sizden önceki babalarınızda sapıklık
içindeydi bundan vazgeçin" dedi. Kavmi de; sen bunu ciddi söylemiyorsun,
bize şaka yapıyorsun şeklinde karşılıyorlar.
İşle günümüz din
alimleri olarak bizlerde bugün hep bunu yapıyoruz. Fiiliyyattan uzak İslami
hep anlatıyoruz. Buda söz planında kalıyor. Yukarıda belirttiğimiz gibi
fiiliyata geçmeyen sözünde bir faydası olmuyor, yaptırım gücü olmayınca da
gücünü yitiriyor.
İşte İbrahim (a.s.) bu
durumdan kurtulmak için sözünü fiiliyata döküyor. Ve onları da paramparça
ediyor, büyüğüne dokunmuyor.[60]
59- Dediler
ki: "Bunu ilahlarımıza kim yaptı? Şüphesiz o zalimlerdendir."
60- Dediler
ki: "İşittik ki bir genç onları konuşuyordu. Ona İbrahim deniyor."
61- Dediler
ki: "O halde onu insanların gözleri önüne getirinde şahit olsunlar."
62- Dediler
ki: "İbrahim, bunu ilahlarımıza senmi yaptın?"
63-
(İbrahim): "Hayır, şu büyükleri yapmış, eğer konuşuyorlarsa onlara (kınlan
ilahlara) sorun" dedi.
64-
Kendilerine döndüler ve "şüphesiz siz zalimlersiniz" dediler.
Ey İbrahim!!
ilahlarımıza bunu sen mi yaptın? dediler. İbrahim (a.s.) da; "Belki
bunların en büyüğü olan varya o yapmıştır. Eğer konuşuyorlarsa ona sorun"
dedi. Eğer konuşuyorsa küçük putlara sorun diyor. Kendi nefislerine iç
dünyalarına döndüler. Kendi kendilerine, siz zalim insanlar kendinizsiniz
dediler.
Yani bunlar konuşmaz,
bunlar birşey yapamazki, buna rağmen buna ibadet ediyorsanız, gerçek zalim
bunları kıran değil, bunları yapıp, onlara ibadet edendir.[61]
65- Sonra
başlan üzerine çevrildiler ve "Sende bilirsin ki bunlar konuşmaz"
(dediler).
66-
(İbrahim) "Allah'tan başka size hiçbir fayda ve zarar vermeyenlere mi
ibadet ediyorsunuz?" dedi.
67-
"Yuh size ve Allah'dan başka ibadet ettiklerinize. Akıl
etmiyormusunuz?"
"Size de, Allah'ı
bırakıp ibadet ettiğiniz şeylere de, yazıklar olsun. Siz hâla mı
akıllanmayacaksınız?"
İbrahim (a.s.)
insanları önce sözle uyardı. Sonra sözün uygulaması olan fiiliyatı
gerçekleştirdi, putJan kırdı. Bu kırılma gerekçesini ve o insanların bunlara
ibadet etmenin yanlışlığını mantıki bir yolla izah ediyor.
Başka bir ayette de;
niçin ibadet ettiklerinin gerekçesi açıklanmaktadır. Siz onları kendi aranızda
bir muhabbete ve sevgiye vesile olsun için putlar edindiniz. Allah'tan başka
ilah edinmeniz, kendi aranızda sevgi birliği, dostluk birliği olsun diye
ediniyorsunuz. Yani siz de biliyorsunuz ki bu bir taşdır, ağaçtır, tunçtur,
çamurdan yapılmıştır. Bunların fayda ve zarar vermeyeceğini biliyorsunuz diyor.
Peki bütün bunları
bilirler de, niçin bu yola baş vururlar? Çünkü böyle toplumlarda bir gurup
insan bir araya gelip, "devlet" adı altında bir çete kurarlar. İşte
bu devletin yürüyebilmesi, bütün çıkarların kendilerinde toplanabilmesi vede
toplumu bir arada tutabilmenin yolu; o toplumun müştereken kabul edeceği,
vazgeçilmez vede değiştirilemezliğine inandırıldıkları belirli şeyler olmalıdır
ki, toplumda birlik sağlansın, ve devlet çetesinin emelleri gerçekleşsin.
Onun için bütün bunlar
bu çıkar çevreleri tarafından uydurulur.
Ama İslâmın öyle
müesseseleri var ki; gerçekten bizi yaratana yönelten ve birliğimizi sağlayan
müesseselerdir. Mesela camiler, hac ibadeti, ve bu ibadetin yapıldığı yerler
müslümanları topladığı gibi insanlar arasındaki birlik ve beraberliğide
sağlamakta.
Ramazanın bir
sahurunda bütün insanlar gece kalkabilmekte, bir iftar vakti herkes sofrasının
başına oturmuş akşam ezanını beklemekte. Devlet başka bir zaman bunu yapmayı
denese yapamaz. Yani "şu ayın, şu gününde -tabii ki ramazan dışında- akşam
yemeğini saat 7'de yemeye başlayacaksınız." Buna uymayanın başını
uçuracağız dese bunu sağlayamaz, buna uyan % 10-15'dir. Ama din insanları bir
arada topluyor, bu batılda olsa, hakda olsa hele hele hak dinin tesiri daha çok
oluyor.
İşte putlara tapan
insanları, Allah'tan başka ilahlar edinmeye sevk eden sebeplerden biride bu
çıkar çevrelerinin ortaya birinin heykelini dikip, onun etrafında sıkı sıkı
kenetlenmeleri ve hatta onun için koruma kanun ve prensipleri edinmeleri
bundandır.
İşte bu hususlar
İbrahim (a.s.)'ın kıssasında gayet güzel bir şekilde anlatılmaktadır. Tabii ki
bu çıkar çevreleri de oyunlarını bozanlara karşı boş durmayacaklardır.[62]
68- Dediler
ki: "Onu yakın.! İlahlarınıza yardım edin. Eğer birşey yapacaksanız."
Yani ilahın güçlenmesi
İbrahim (a.s.)'ın yakılmasına bağlı, buda onların ilahlarının acizliğine diğer
bir delildir. Halbuki, ateşi yaratan, insanı, Peygamberleri, Mü'mini, kafiri
yaratan da Allah'dır (c.c).
Allah; Mü'minlerin
sadece Allah'a güvenmelerini istiyor. İbrahim de (a.s.) Rabbine güvenmiş,
hiçbir endişesi yok.
Büyük bir alana ateş
yakılır, öyleki insanlar ateşe yaklaşamaz bir durumda. Fakat İbrahim (a.s.)
mancınıkla ateşe atılır.
İbni Kesir'in
tefsirine göre; İbrahim(as) daha havada iken Cebrail gelir; "benden ne
dilersen dile" der. İbrahim (a.s.) ise; "Allah bana yeter. O ne
güzel mevla, ne güzel vekildir" der. İşte bunun üzerine Allah (cc):[63]
69- Biz
dedik: "Ey ateş, İbrahim'e serin ve selamet ol."
Müfessirler
"Berden" deyip de "Selamen" demese idî bu sefer de soğuktan
donardı diyorlar. Ama Allah (c.c.) ona öyle bir hal aldınyorki, Şeyh Sadi
Şirazinin ifadesiyle; Allah Öylesine güçlüdür ki, ateşin içinde İbrahim'e
gülistanı yaşattı. Yani Allah(cc) ateşin içinde sulan, meyveleri olan bahçeyi
anında yaratmış, Firavunu da suyun içinde boğarak yakmıştır.[64]
70- Ona
tuzak kurmak istediler. Bizde, onları en fazla hüsrana uğrayanlar kıldık.
Onlar böylelikle oyun
kurmuşlardı, tuzak kurmuşlardı. Biz onların tuzaklarını boşa çıkardık. İbrahim
(a.s.) kıssası bu surede bu kadar, diğer surelerde başka yönleriyle veriliyor.
Kur'an'm kendine has
bir usulü var. Bunu ancak bol bol Kur'an okuyanla tabiiki manasını, anlamını
bilerek okuyanlar, birde Kur'an üzerinde çalışanlar iyi bilirler.
Bugün günümüzde kitab
yazma denilince herhangi bir konuda o konu ile ilgili bilgilerin peşpeşe
verilmesi gelir. Mesela İbrahim (a.s.) denilince doğumundan, vefatına kadar
tevhid mücadelesini anlatan ayetlerin bir araya alınmasıdır.
Ama Kur'an bu metodu
kullanmamıştır. Kur'an, bir konuyu anlatırken önce ayetlerle o konuyu ortaya
koyuyor. Daha sonra tarihde o konunun benzeri, yakın yaşanmış örnekleri varsa
onları veriyor. Ve böylelikle tabiri caizse bir kompozisyon oluşturuyor.
Mesela Enbiya suresinde
Allah (c.c); varlığını, birliğini isbat eden akli ve nakli delillerden sonra,
ahiret hayatının gerçekliği üzerinde durur. Ondan sonrada İbrahim (a.s.) ile
başlayıp diğer Peygamberlerin tevhid akidesi konusundaki mücadelelerini
anlatır.
Burada da İbrahim
(a.s.)'m, putların ilah olamayacağı konusunda kavmi ile yapmış olduğu mücadele
ve bu konuda karşılaştığı zorluklar ile Allah'ın ona olan yardım ve nusretini
anlatıyor.
İşte Kur'an; surenin
birinde İbrahim (a.s.)'m doğumundan ölümüne kadar geçen bütün hayatım değil, yukarıda
da belirttiğimiz gibi onun hayatında cereyan eden olaylardan çarpıcı örnekler
vererek bizim; Onun hayatım bilen kültürlü bir insan olmamızı değil, Onun
hayatını kendimize örnek alıp, kendi hayatına geçiren pratik, aksiyon adamı olmamızı
istiyor.
Bazı emir ve yasakları
verirken bize İbrahim (a.s.) gibi olmamızı istiyor. İbrahim (a.s)
"feten" kelimesi kullanılmış. "Feten" kelimesi Kehf
suresinde; Musa (a.s.)'a yardım eden muhterem zat için kullanılmıştır ki, onun
"Yuşa bin Nun" olduğunu söylerler. Yine Ashabı Kehf için de
"gençler" anlamına gelen "Feten" kelimesi kullanılır. Yusuf
suresinde de Yusuf (a.s.) için kullanılmış.
Bunların özellikleri;
İbrahim (a.s.) kafir bir devletin putlarını elleriyle paramparça etmiş.
Ashabı Kehf kafir
devlet başkanına; "ölürüz ama sana ibadet etmeyiz,, seni ilah olarak
kabul etmeyiz." demiş.
Yusuf (a.s.)'a
dünyanın en güzel kadını; "gel" dediğinde, O; "Allah'a
sığınırım" demiştir. Ve de Allah (c.c.) onu yiğitlikle övmüştür.
Musa (a.s.)'a hizmet
edene de "yiğit" kelimesi kullanılıyor. Zira burada Allah'ın dinini
yayan, İslâm'ın gücünü insanlara tanıtmak için yola çıkan insana hizmet etmek
de bir yiğitliktir.
Yiğit insanlar arasına
girebilmek için Allah'dan başkasını tanımamalı, haram şeylerden uzak durmalı,
inançsızlığı ortadan kaldırmak için bütün imkanları kullanmalı.
63. ayetin tefsiri,
tefsir kitaplarında hayli işlenir. Bu ayette Hz. İbrahim (a.s.) kendisi kırdığı
halde; "Bu en büyükleri kırmıştır belki, ona sorun" diyor. Tabii
kendisi kırdığı halde ben kırmadım demiyor, fakat "belki büyükleri
kırmıştır" diyor.
Buharı ve Müslim'den
gelen bir rivayette bir hadisi bunun tefsirinde nakleder. Ebu Hureyreden Hz.
Peygamber; "İbrahim (a.s.) üç yerde yalan söylemiştir.
1- Putları
kırdığı halde bu büyükleri kırmıştır, ona sorun demiştir.
2- Bütün
insanlar, -putlara tapınma günü olan bayram günü putların yanına giderken hasta
olmadığı halde, "ben hastayım" demiştir ki, bu Saffat suresi 92-95.
ayetlerinde geçer.
3- Bir de
kavminden ayrılıp hicret edip giderken zalim bir yöneticinin toprağından
geçerken hanımına göz koyan yöneticiye karşı, bu yanındaki kim dediğinde
"bu benim kız kardeşim" demiştir.[65]
Hadisin devamında,
niye kız kardeşim dediğine dair bir açıklama yoktur. Fakat bu "hanımına,
kız kardeşim" dediği kısım Tevrat tekvinde de geçmektedir. Tevrata göre;
eğer hanımım dese önce İbrahim (a.s.)'ı öldürüp sonrada hanımını alacaklardı.
Kız kardeşim deyince; "o zaman seni benden isteyecekler, bu isteme
esnasında da bir çaresine bakarız" şeklinde geçer. Fakat bu açıklamalar hadisde
yoktur. Hadisde ise; "bu kız kardeşimdir dedim, beni yalan çıkarma, zaten
sende benim kız kar-deşimsin." şeklinde geçiyor.
Fahrettin Razi;
"Böyle birşey olmaz, Peygamber yalan söylemez" diyor.(5/176) Mevdudi
de bu görüşte. Yani Fahrettin Razi'ye katılıyor. Fahrettin Razi'ye hadisin
sahih olduğunu hatırlatmaları üzerine o da "ne biliyorsunuz sahih
olduğunu" der. "Efendim senedinde yalan söy-Iemeyen raviler
vardır." Cevabına karşılık; "Hadis rivayet eden ravinin yalan söylemediğini
kabul ediyorsunuz da Peygamberin yalan söylediğini mi kabul ediyorsunuz."
"Hem bu sözlerinde yalan diye birşey yok ki. Putları ben kırmadım demiyor
ki, sadece büyüğüne sorun, belki o yapmıştır" cevabını veriyor.
"Belki o bayram günü gerçekten hasta idi.
Ayette hasta olmadığına
dair açık birşey yok ki" şeklinde meseleyi yorumlar. Hadis de de bir
zayıflık olabileceğine hükmediyor.
Bizim tefsir
metodumuz; Kur'anda bildirilenler vede Efendimiz (a.s.)'m bu konuda yapmış
olduğu -bize gelen- sahih açıklamalarıdır.[66]
71- Onu
(İbrahim'i) ve Lut'u alemler için mübarek kıldığımız yere(hicret ettirerek)
kurtardık.
Biz Onu ve Lût
(a.s.)'ı kurtardık. İçinde cümle aleme bereketler verdiğimiz ülkeye ulaştırdık.
Tefsircilere göre bu bereketli yöre Şam ve Filistin bölgesidir. Bu bölgelerin
bereketli olmasının sebebi Peygamberlerin pek çoğunun oralarda yetişmiş ve
dinlerini oralarda yaymalarından gelmektedir.[67]
72- Ona
İshak'ı bağışladık. Fazladan olarak Ya'kub'u (bağışladık.) Hepsini salihler
kıldık.
İbrahim'e (a.s.),
İshak'ı (a.s.) verdik. Yani İshak (a.s.) İbrahim (a.s.)'m oğlu. Fazladan bir
bağış olmak üzere Yakub'u (a.s.) verdik. Yakub (a.s.)'da İshak (a.s.)'ın oğlu,
İbrahim (a.s.)'ın torunu oluyor.
Saffat suresi 100. ayetinde
İbrahim (a.s.); "Ya Rabbi bana salihlerden-olan bir çocuk ver" şeklinde
dua ediyor. Sadece çocuk ver demiyor, çocuğun salihlerden olmasını istiyor.
Günümüzde de Anne ve babalar dua ederlerken buna dikkat etmesi gerekir. Al-i
İmran suresinde de Zekeriyya (a.s.) dua ederken: "Ya Rabbi senin katından
bana tertemiz bir zürriyet ver" şeklinde dua ediyor. Meleklerde Zekeriyya
(a.s.)'a Yahya'yı müjdelerken "Seyyid olarak -bir çocuk- günahlardan korunmuş
ve salihlerden bir Peygamber olarak Yahya (a.s.'ı verdiğini" belirtiyor.[68]
Çocukda istenen
temizlik, günaha batmayan bir neslin olması demektir. Peygamberlerin bu
duaları örnek dualardır. "Her birini salihlerden kıldık" diyor. Yani
İbrahim (a.s.) ıda, İsmail, İshak, Yakub (a.s.)'ı da salihlerden kıldığım ifade
ediyor.[69]
73- Onları,
emrimizle yol gösteren imamlar (önderler) kıldık. Onlara hayırlı işler yapmayı,
namaz kılmayı ve zekat vermeyi vahyettik. Onlar bize ibadet edenlerdi.
Biz onları önderler
kıldık. Yani Peygamberler gönderildikleri toplumların önderleridir,
öncüleridir. "Eimme" kelimesi "İmam" kelimesinin
çoğuludur. İmamlık denince akla, camilerde ibadet yaptıran din görevlisi
gelir. Bir de "İmameti Kübra" da denir ki bu Devlet başkanlığının
ismidir.
Burada aynı zamanda
Rabbimiz bize dua etmeyi öğretiyor; "Muttaki insanlara önder kıl Ya
Rabbi" diye[70] Bizim de böyle dua etmemizi
istiyor.
"Bizim emrimizle
doğru yolu bulurlar, insanları doğru yola götürürler. Ve onlara iyi işler
yapmayı vahyettik (emrettik)." derken; Namaz kılmayı, zekat vermeyi onlara
emrettik. Onlar bize ibadet ederler. Yalnız ve yalnız Allah'a kulluk yaparlar,
ondan başkasına kulluk yapmazlar anlamındadır.
Namazlarını kılıp
zekatlarını verirler ve hayırlı işler yaparlar. Yani yapılacak her işin hayırlı
olmasına özen göstermeli, hayırlı olmayan, şer olan kötü işlerden uzak durmalı.[71]
74- Lut'a da
hükmü ve ilmi verdik. O'nu kötülükler yapan şehirden kurtardık. Şüphesiz onlar
kötü, fasık bir kavm idiler.
Lût (a.s.)'a hükmü,
hikmeti verdik. Hikmet veya hüküm; Peygamberlik, hükümranlık, yöneticilik
anlamındadır. Tabii ki Peygamberlik verilince peşinden ilim de gerekir. Ve ilmi
de verdik, buyuruyor.
Allah (c.c.) onu,
çirkin işler yapmakta olan memleketten kurtarır. Kötü işlerden maksat da, başka
surelerde ve Hud suresinde de (Ayet 77-83) ifade edildiği gibi; Lutilik
dediğimiz, erkek erkeğe yapılan bir ahlaksızlıktır. İnsanlık tarihinde bu
ahlaksızlığı yapan kavim Lût (a.s.)'m kavmidir. Allah (c.c.) onların arasından
Lût (a.s.)'ı kurtarmıştır.
Bu ahlaksızlığı, bugün
medeniyetin beşiği dedikleri Avrupa devletleri de resmileştirip
kanunlaştırıyor. Yani kanunlarla serbest bırakıyor.
Birgün gelecek bu
işten onlarda dönecekler. Zira Allah (c.c.) bize günümüzdeki ahlaksızlığa bakıp
da bu millet iflah olmaz demeyin. Allah(cc) tamamı ahlaksızlaşmış nice
toplumlarda, Peygamberine devlet kurdurmuştur.
Bu tip insanların iyi
tarafları da var. Onlara biz kendimizi tanıtsak iş biraz daha değişik
olacaktır. Bu bizim dışımızdaki toplum, yaptıklarının iyi olduğuna inanıyor.
Bizce çok kötü olarak kabul ettiğimiz şey, onlara göre iyi olarak kabul
ediliyor.
Bu insanlara kötülüğü
anlatmanın bir faydası yoktur. Malkolm X'in dediği gibi; babasından kalan kirli
bir bardakla su içen adama, onun pis bir bardak olduğunu anlatmak çok zordur.
Ona yeni bir bardak alıp sende bardağım yıkarsan aynı şekilde olur, derseniz
inanır. Yani işin doğrusunu anlatma yerine bizzat onu göstermek daha etkili
olur.
Lût (a.s.) da
insanları çirkinlikten, ahlaksızlıktan uzaklaştırırken "bunu
yapmayın" derken, öbür taraftan da doğrusunu göstermiştir. "Gidin
kızlarımla evlenin, nikahlanın" diyor ki her Peygamber, ümmetinin babası
makamındadır. Lût (a.s.) Onlara bu şehvetinizden vazgeçin demiyor,
şehvetlerini meşru yolda teskin etmelerini söylüyor.[72]
Günümüzde biz de
müslümana şu hatayı yapma, bunu bırak onu yapma şeklinde hep yanlıştan men
edip, ona doğrusunu göstermiyoruz. Kuman bırak diyoruz da onun yerine neyi
yapacağını öğretmiyoruz. Halbuki bütün insanları Kur'ana yöneltmemiz gerekiyor,
orada herkes kendi hastalığının çaresini bulacaktır.[73]
75- Onu
(Lut'u) rahmetimizin içine soktuk. Çünkü o salihlerdendi.
Allah'ın rahmetine
ulaşabilmenin yolu, salih insan olmaktan geçmektedir.[74]
76- Daha
önce dua ettiğinde Nuh'un da duasını kabul edip kendisini ve ailesini o büyük
sıkıntıdan kurtarmıştık.
77-
Ayetlerimizi yalanlayan kavme karşı, Ona (Nuh'a) yardım ettik. Onlar kötü bir
kavim olmaları sebebiyle, onların hepsini suda boğduk.
Nuh'a, ayetlerimizi
inkar eden kavme karşı yardım etmiştik, Onu korumuştuk. Onlar kötü bir
toplumdu. Ve onların tamamını suyun içinde boğduk, buyuruyor Allah (c.c).
Nuh suresi, mustakillen
Nuh (a.s.)'ın kıssasını anlatıyor. Daha önceki surelerde de tefsiri geçmişti.[75] Nuh
(a.s.) 950 yıl kavmi içinde kalmış bir insan.[76] Bu
kadar zaman içinde kendine
inanan çok azdır.
Bize verilen mesaj
şudur. Biz müslümanlara düşen İslamı anlatmaktır. Bunun neticesinde inanan
insanlar çok az olabilirler. Hz. Peygamberin bir hadisinde de "Kendisine
hiç inanmayan insanları olan Peygamberler vardır" buyuruyor. (Buharı,
Enbiya 31) Yani Peygamber olarak gönderilmiş bu dünyaya, ona hiç inanan kimse olmamış.
Fakat biz her yatsı
namazı sonunda okuduğumuz ve Amenarrasulü" diye bilinen ayette; "biz
hiçbir Peygamber arasında ayırım yapmayız" diyoruz. Yani başarımızın
ölçüsü, çevremizdeki insanlarla orantılı değildir. Başarımızın ölçüsü Kur’an
ve sünnete uygun olarak İslamı anlatıp vede onu bizzat kendi nefsimizde
yaşamaktır.
Nuh (a.s.) da bizzat
bunu uygulamış. 950 yıl bıkmadan, usanmadan anlatmış ve Rabbin rızasını
kazanmıştır.[77]
78- Davud ve
Süleyman'a da (bağışda bulunduk.) Hani o ikisi, o kavmin koyun sürüsünün girdiği
ekin hakkında hüküm veriyorlardı. Bizde onların hükmüne şahidtik.
79- Biz onu
(n hükmünü) Süleyman'a anlattık. Her birine hüküm ve ilim verdik. Dağları ve
kuşları Davud'un emrine verdik. Onunla beraber teşbih ediyorlardı. Bunları
yapan bizdik.
Bu iki ayette Allah
(c.c.) Davud (a.s.) ve Süleyman (a.s.)'m bir konuda vermiş oldukları hükme
dikkat çekiyor. Ayetin ifadesi şudur; Süleyman (a.s.) ile Davud (a.s.) zirai
mahsul olan tarlaya giren koyun sürüsünün yemesi neticesinde vermiş olduğu
zarar konusunda Davud (a.s.)'ın da Süleyman (a.s.)'m da hüküm verdiğini,
Allah'ında (c.c.) bu olaya şahid olduğunu Süleyman (a.s.)'a nasıl hükmedeceğini
Allah'ın öğrettiği şeklindedir.
Tefsirlerde ise bu
olay şöyle anlatılır; Koyun sürüsü olan bir adam, ekini olan bir adamın
tarlasına koyunlarını salar ve koyunlar ekini yer.
Bu her iki adam Davud
(a.s.)'m huzurunda mahkemeleşir. Davud (a.s.) ekinin zararına karşılık olarak
koyun sürüsünün ekin sahibine verilmesine hükmeder. Ekinin zararı hesab
edilir, koyunlar hesab edilir. Her ikiside denk olunca bu hükme varır. Süleyman
(a.s.) ise; "Hayır öyle değil" der. "Koyunları ekin sahibine
emaneten verecek, ekin sahibi koyunlardan faydalanacak. Koyun sahibi de
tarlayı alıp tarlada ziraat edecek ve tarladaki mahsulü eski haline kadar
getirecek.
Yani koyunlarıyla
otlatmadan, zarar vermeden önceki haline kadar büyüyecek ve böylelikle artık
bir yıl sonra veya altı ay sonra karşılıklı koyun sahibi koyunlarını emanet
olarak verdiği tarla sahibinden alacak. Tarla sahibi de koyunları teslim edip
tarlasını alacak, kaldığı yerden ziraatına devam edecektir.
Tefsirlerde bu şekilde
anlatılıyor. Ama bu hadis değildir. Hz. Peygamber nakl etmemiştir. Ayetten bize
verilen şey. "Davud (a.s.) bir hüküm veriyor ve bu hükmünde isabet etmeyip
Süleyman (a.s.) hükmünü bildirmesi ile Süleyman (a.s.) hükmünde isabet ediyor.
Allah (c.c.)'de buna tanıklık ediyor. Fakat nasıl hükmedip, Allah'ın (c.c.)
nasıl öğrettiği verilmiyor.
Verilmemesinin hikmet
ve sebebine gelince; zamanın değişmesi ile fıkhı hükümlerde, örf ve zaman
şartlarına göre değişebilir. Belki Öğretse idi, yani verilen hükmü de bize
bildirse idi zamanın değişmesi ile hüküm değişeceğinden bizi ilgilendirecek
birşey olmayacaktı.
Bir diğer hususda
Davud (a.s.) da; Peygamber, Süleyman (a.s.)da Peygamber. Ayette Davud (a.s.)'ın
hükümde isabet etmeyip Süleyman (a.s.)'m Allah'ın öğretmesi ile hükümde isabet
ettiği belirtiliyor. Yani Peygamberlerde bir insandır. Onlar ancak kendilerine
öğretileni ve öğretildikleri kadarını insanlara açıklarlar, bildirirler ve
hükmederler.
Bize burada verilen
ders; Allah'dan başkalarının hükmüne uymayın, çünkü insan yamlabildiği gibi
yanlış da hükmedebilir.
Davud (a.s.) Peygamber
iken bile yanılabiliyor. Fakat Allah (c.c.) bu yanılmadan dolayı da Davud
(a.s.)'ı kötülemiyor. Hz. Peygamber bir hadisinde; "Hakim, içtihadına
dayanarak bir davada hüküm verir, isabet ederse iki sevap alır. Yanılacak
olursa bir sevap alır" buyurmaktadır.[78] Bu
içtihadını İslami esaslara göre ve bütün taraf şahidleri dinledikten sonra
hata yapmamak için hüküm verirken, sanki Cehenneme gidiyormuş titizliği ile
hükmetmesi gerekir.
Davud (a.s.) da burada
bütün gayretini gösterdiğinden dolayı bir sevabını almıştır. Süleyman (a.s.)
ise Allah'ın öğretmesi ile meseleyi hükme bağladı. Ama nasıl bağladığım Allah
(c.c.) ayetinde bahsetmiyor.
"Biz hepsine
hikmeti verdik, otoriteyi verdik, ilmi verdik" dedikten sonra "Teşbih
eden, dağlan ve kuşları da Davud'a boyun eğdirdik, itaatkâr kıldık"
buyuruyor. Davud (a.s.) Zebur'u okurken dağlar ve kuşlar onu dinler, Davud
(a.s.)'la birlikte teşbih ederlermiş.
Ebu Musa Eşari (r.a.)
Kur'an okurken, Hz. Peygamber onu dinler sonra yanma varıp; "sana Davud'un
sesinden bir ses verildi" demiştir. Bu hadisinde ifade ettiği gibi Hz.
Davud (a.s.)'ın sesi çok güzelmiş. Zebur'u okurken kuşlarda onu dinlermiş.
Yunus'un;
Dağlar ile taşlar ile
çağırayım mevlam seni, seherlerde kuşlar ile çağırayım mevlam seni. şiiri de bu
ayetten esinlenerek söylenmiş bir manzumedir.
Bestekârlarımızdan
Alaaddin Yavaşça bir televizyon programında; "Ben Kilis'liyim, dedem
hafızdı. Bahçemizde Kur'an okumaya başladığında etraftan bülbüllerin gelip
dinlediğini bizzat görmüşümdür. Fakat dedemin ölümünden uzun bir müddet sonra
memleketime gittiğimde baktım ki ağaçlar kurumuş, evimiz çökmüştü kuşlar da
gelmez olmuştu." diyor.
"Artık bu solan
bahçede bülbüllere yer yok" isimli şarkısını bunun üzerine yazdığını ifade
ediyor. tşte bu 79. ayete günümüzde canlı bir örnektir.
Bazıları şarkıların
dinlenip, dinlenemeyeceğini sorarlar. Böyle soru soranlara ilahinin dinlenip,
dinlenemeyeceğini sormak gerekir.
Merhum Saadettin
Kaynak, biıgün sabah namazından sonra yatar ve rüyasında Hz. Peygamberi görür
ve alır eline kalemi;
"Muhabbet bağına
girdim bu gece" diye bir şiir yazar. Tabiiki bu ilahi olarak söylendiği gibi
şarkı olarakda söyleniyor.
Bu olayı birisine
anlattığımda, O da; "Hocam ben o şarkıyı dinlerken ne kadınlar
düşünürdüm" diyor. Onun için kabahat şarkının kendisinde değil,
dinleyenle söyleyendedir.[79]
80- Ona
(Davud'a), savaşlarınızda sizi korusun diye, size elbise (zırh) yapma sanatını
öğrettik. Siz şükrediyormusunuz?
Çocukluğumuzda
demircilerin piri Davud (a.s.), terzilerin piri İdris (a.s.), gemicilerin piri
Nuh (a.s.) diye sayardık, hemen hemen bütün sanat dallarının pirleri
Peygamberlerdir.
Günümüz okullarında
bunlar okutulmuyor. Tabii ki batılı bilim adamları olarak lanse ediliyor. Bu
bir iman meselesidir. İnançsız Avrupa gelip de bizim peygamberlerimizi kabul
edecek hali yok. Peygambere inanan insanda inancı gereği sanayisini,
endüstrisinin kaynağını Peygamberlere, geçmiş toplumlara dayamak gerekir. Bu
devletlerde de böyledir. Devlet olmanın gereği budur.
Maddi zararlara karşı
ten'imizi zırhla koruduğumuz gibi, manevi zararlara karşıda can'ımızi takva
zırhıyla koruyalım. Rabbimiz Hz. Davud'a ikisini de öğretiyor.[80]
81-
Süleyman'a da rüzgârı (emrine) verdik. Süleyman'ın emriyle mübarek kıldığımız
yere akar gider. Biz herşeyi biliriz.
Rabbimiz; Şiddetli
esen rüzgarları, Süleyman'ın emrine verdik. Onun emriyle içinde bereketler
yarattığımız yere doğru eserdi. Biz herşeyi biliriz, buyuruyor
Bugün fen bilim
adamlarının, fizikçilerin rüzgarla ilgili kanunlarım kabul ediyoruz. Yani,
"sıcak hava ısınır ve yükselir. Yükselen bu hava soğuk tarafına doğru hava
akımı yapar ve rüzgar meydana gelir." gibi. Ateşin yakması da bir kanuna
tabiidir.
Fakat bütün bu tabiat
kanunlarını koyan Allah(cc)'dır. Kanunu koyabilen, koymaya gücü yeten; Onu
kaldırmaya gücü yettiği gibi, kaldırma yetkisine de sahiptir.
İbrahim suresinde;
"Ateşin İbrahim (a.s.)'ı yakmaması"nı, "Süleyman (a.s.)'ın
emrine rüzgarın verilmesi" gibi olayları, batıya şirin görünme gayretinde
olan bir kısım çağdaşlar tevil etme yönüne giderler.
Biz diyoruz ki; bu
kanunları koyan Allah(cc)'dir. Konulan kanunları kaldırma hakkına da sahiptir.
Nasıl dilerse, O hiçbir kimse ve kuruluşa sormadan, onlardan (haşa) görüş ve
emirler almadan, dilediğini dilediği şekilde yapar, dilemediğini de yapmaz.
Bu ayette de; Süleyman
(a.s.)'u emrine rüzgarın verildiğinden, bir aylı yolu bir günde gIdip gelenden,
Sebe suresi 12. ayet, Saad suresr 36. ayetlerinde de aynı şekilde
bahsetmektedir.[81]
82-
Şeytanlardan, onun (Süleyman) için denize dalan ve bundan başka işler yapanları
(emrine verdik). Onları koruyan bizdik.
Süleyman (a.s.)'ırı bu
kıssasını haber veren Sad suresinin 37-38. ayeti kerimelerinde şeytanların
Süleyman (a.s.)'a bina yapımında, denizden değerli madenlerin, cevherin,
incinin çıkartılmasında O'na hizmet ettiklerini haber verir ve bu ayet-i
kerimede ifade edildiği gibi bunun dışında da diğer hizmetleri de gördüklerini
bildirir Allah (c.c).
Bundan şunu anlıyoruz,
tabiatta hiçbir şey boşuna yaratılmamıştır. Al-i İmran suresinde geçmişti.
"Ey Rabbimiz sen boş birşey yaratmadın" diyorduk.[82]
Şeytan da yaratılmış,
Rabbime isyan etmiş. Rabbime karşı kendini büyük görmüş ve, rahmetten
uzaklaştırılmış. İşte mü'min Allah'a sımsıkı sarılacak olursa, O'nun emri
doğrultusunda hareket edecek olursa, yaratılmışların tamamı Allah'ın izniyle
onun emrinde de çalışırlar.
Şeytanlar, Süleyman
(a.s.)'a hizmet etmişlerdir. Biz de Süleyman (a.s.)'ın yolundan yürüyecek
olursak günümüzdeki şeytana uymuş insanları da bizim emrimizde rahatlıkla
çalıştırabiliriz.
Yani bunların
varlığından korkmamak, kuşkulanmamak gerekiyor. Bizim onların varlığından
korkmamız yerine, kendi zayıflığımızdan korkmamız gerekiyor. Ve bizim kendimizi
Süleyman (a.s.)'a benzetmeye ve O'nun yolundan gitmeye gayret etmemiz
gerekiyor.
Eğer bunu yaparsak;
burada Rabbimiz; "Biz o Peygamberlerin hepsini koruyucuyuz" diyor
Allah (c.c). Şeytanlara karşı koruyor, insanlara karşı, düşmanlara karşı da
Peygamberlerini koruyor. Kuşkusuz Peygamberlerinin yolundan yürüyenleri de
korur.[83]
83- Rabbine
"Bu dert bana dokundu. Sen merhamet edenlerin en merhametlisisin"
diye dua ettiğinde Eyyub'a da (iyilik yaptık).
Eyyûb (a.s.) da
Rabbine dua etmiştir, nida etmiş ve demiş ki: "Ya Rabbi..! .beni
hastalıklar sardı, hastalıklar tuttu beni, Sen ise merhametlilerin en
merhametlisisin" diyor.
Yani "bu
hastalığımı benden kaldır" demiyor da; "Ya Rabbi Sen merhametlilerin
en merhametlisisin" diyerek Rabbimin rahmetiyle o hastalığını gidermesine
işaret ediyor. Yoksa bu hastalığı benden al diye bir ifade kullanmıyor. Ya
Rabbi ben bir hastalığa tutuldum. Sen ise merhamet sahibisin, merhametlilerin
en merhametlisi sensin diyor.
Eyyûb (a.s.)'ın
kıssası da Sâd suresinde (Ayet 41) anlatılmıştı. Devamla rabbimiz buyuruyor.[84]
84- Biz onun
duasını kabul ettik ve ondaki derdi giderdik. Ona katımızdan bir rahmet ve
ibadet edenlere bir nasihat olarak, ailesini ve onlarla beraber bir mislini
verdik.
"Biz de Eyyûb'un
duasını kabul ettik" diyor Rabbim. "Ve ondaki hastalığı giderdik ve
ona ailesini, çocuklarını verdik ve malının benzerini yine ona iade ettik,
katımızdan bir rahmet olarak ve ibadet edenlere de bir nasihat olarak bunu
yaptık" diyor Allah (c.c.).
Yani bedenindeki
hastalık sıhhate dönüştürüldü ve Allah (c.c.) ölen çocuklarının yerine yeniden
çocuklar verdi. Kaybedilen mallarının (da daha iyisiyle) yerine daha
değerlisini verdi.
Bu, Peygamberine olan
rahmetini göstermek ve biz.müslümanlara da, ibadet eden insanlara da bir
nasihat vermek için olduğunu haber veriyor Allah (c.c.).
Eyyûb (a.s.)'m hanımı
bir defasında demişti ki: "Ne olur, Rabbine dua et de Rabbin bu hastalığı
senden alsın." (Eyyûb (a.s.) bazılarına göre 7, bazılarına göre 8, bazılarına
göre 17 veya 18 sene hasta olarak kalmıştır.) Eyyûb (a.s.) hanımına der ki:
"Rabbim bana 70 sene ömür vermiş, 70 sene ben sıhhatli bir şekilde
yaşadım, şimdi Rabbim bana yedi senelik bir hastalık verdi. Yetmiş sene sıhhat
veren Rabbime yedi sene hastalık verdiğinden dolayı şikayette mi
bulunayım.?"[85]
Böylesine sabır Örneği
gösterdiğinden dolayı kıyamete kadar gelecek olan insanlara da sabrın sembolü
olarak Eyyûb (a.s.) gösteriliveri-yor.
Bir kısım insanlar
demişler ki: "Eh! bir ettiği vardır da onu çekiyor-dur." Yani
Peygambere, "bir ettiği, bir kötülüğü vardır da onun cezasını
çekiyordur" demişler.
işte Eyyûb (a.s.) bunu
duyunca dayanamadı ve bu duayı yaptı. "Ya Rabbi hastalandım biliyorsun,
Sen merhametlilerin en merhametlisisin" aedi ve bunun üzerine de Rabbim
onun duasını kabul buyurdu.
Bunlar bize şöyle
örnek, bir müslümanın başına bir bela, musibet Sildiğinde, bir hastalık
geldiğinde, malı yanıp zarara uğradığında, iflas atiğinde, deli bir çocuğu
dünyaya geldiğinde veya sonradan delirdiğinde, yani kısaca malına, hanımına,
şahsına, çocuklarına gelen bir bela ve musibette sakın ha "bir ettiği
vardı da başına geldi" demeyiniz.
Eyyûb (a.s.) herşeye
katlanmış ama, etraftaki insanların "bir ettiği vardır da başına ondan
gelmiştir" sözüne dayanamamıştır. "El yarası geçer, dil yarası
geçmez" derler ya, hiç kimseyi dilimizle yaralama-maya dikkat edelim.
Bir de ne kadar
malımız olursa olsun, ne kadar evladımız olursa olsun, ne kadar ordularımız
olursa olsun, mülküyle, hanımıyla, çoluğuyla çocuğuyla çok büyük bir güce sahip
olan Eyyûb (a.s.)'ın elinden bir anda bunlar almıveriyor, yalnız hanımıyla
beraber başbaşa kahveriyor.
"Rabbim mülkü
verendir, mülkü alan da yine Rabbimizdir" diye Al-i îmran suresinde bir
ayet~i kerimenin tefsirinde bundan bahsetmiştik.[86]
85- İsmail,
İdris ve Zü-I-Kifl'e de (lütfettik). Hepsi sabredenlerdendir.
86- Onları
rahmetimize soktuk. Şüphesiz onlar sahillerdendirler.
"İsmail, İdris ve
Zü'1-kifl bunların hepsi sabredenlerdendir." Allah bunlara da Peygamberlik
vermiştir. İsmail (a.s.) İbrahim (a.s.)'m oğlu, İdris (a.s.) bir Peygamberdir,
Efendimizin haber verdiğine göre kendisine 30 sahife inmiştir, tefsirlerin
anlattığına göre de Şit (a.s.)'m oğludur İdris (a.s.).
Zü'1-kifl hakkında ise
kesin bir bilgi verilmemiştir tefsir kitaplarında. Kifin manası kefil olan
demektir. Güya anlatıldığına göre Peygamberlerden el-Yesa' (a.s.) "benim
yerime kim bu insanları yönetir? Kim gecelerini ibadetle, gündüzlerini oruçla
geçirir ve her türlü belaya da sabrederse o benim yerime geçer" dediğinde,
bu Zü'1-kifl denen zat; "ben yaparım bunu" demiş ve onun kefili
olarak yerine geçtiğinden dolayı, yani o öldükten sonra o ümmetin kefaleti onun
üzerine verildiğinden dolayı Zü'1-kifl denildi diyorlar. İbni Kesirin buna
benzer rivayetleri Peygamberimiz'in haberi değildir, Tabiin'in sözleridir.
Kur'anı Kerim'de iki yerde adı geçen Zülkif (sav), bu ayette iki Peygamberin
arkasından zikredilmiştir. Yine Sad suresi 48. ayette de iki Peygamberin
ardından zikredilmiştir.
Peygamberlerin ismini
sayarken bunu da Allah (c.c.) Peygamberler arasında saydığından dolayı
alimlerimiz demişler ki; "Zü'1-kifl de peygamberdir." Çünkü burada
sayılanlar Peygamberlerdir. Zü'1-kifl de Peygamberdir ve aynı zamanda
sabredenlerdendir diyorlar.
Allah (c.c). Ayet-i
kerime de Peygamberlerin övüldüğü taraf, sabredenlerden olmaları. Demek ki
bizden sabır isteniyor. Neye sabır? Emredilenleri yerine getirmeye sabır.
Emredilenler nedir? Namazdır, oruçtur, hacdır, zekattır, insanlıktır, İslamı
hakkıyla yaşamaktır.
Bunları yerine
getirmektir sabır, yasaklananlardan uzaklaşmaya sabır. Öyle ya nefsimiz
istiyor, Rabbimiz yasaklıyor. Biz de nefsin isteklerine uymamakla sabır
gösteriyoruz.
Allah yolunda cihad ederken
sabır. Bela ve musibetler geldiğinde bunlar birer imtihandır diyerek sabretmek,
şikayet etmemek gerekiyor, Peygamberler de bunu yapmışlar. Peki sabredince:
"Ve onların
hepsini biz rahmetimize koyduk," yani Cennetimize koyduk, "onlar
salihlerdendir" diyor Allah (c.c).
Yani Rabbimin emrine
uygun iş yapanlar ve bozulmuşlukları düzelten insanlar salihlerdir.[87]
87-
Zûn-Nun'a (Yunus'a) da (lütfettik). Hani o (kavmine) kızarak gitmişti ve bizim
ona güç yetiremeyeceğimizi zannetmişti. (Balığın karnında) karanlıklar içinde:
"Senden başka ilah yoktur. Seni tenzih ederim. Ben zalimlerden oldum"
diye dua etmişti.
Bu ayet-i kerimede de,
Yunus (a.s.)'a dikkatimiz çekiliyor, "nûn" balık demektir,
"Zü'n-nûn"; balık sahibi manasına geliyor, bu da;Yunus (a.s.)'ın
lakabıdır.
"Hani Zü'n-nûn'u
hatırla,O kavmine kızarak şehri terketmişti."
Kavmine yıllarca
Peygamberliği anlatmasına rağmen bunlar ibadet ve itaat etmediler, Yunus
(a.s.)'a iftiralar yaptılar. Yunus(as) da onları terk ediyor.
Allah (c.c.)'den izin
almadan Peygamberlerin hicret etmesi doğru değildir. Mesela Peygamber efendimiz
(s.a.v.) Mekke'den, Medine'ye hicret etmiştir, ama Allah (c.c.)'den hicret izni
çıkmıştır. Musa (a.s.)'da kavmiyle hicret etmiştir ama Rabbinden izni ve emri
çıkmıştır.
Bütün Peygamberler
emirle ve izinle hicret etmişlerdir, ama Yunus (a.s.) Rabbinden o izni
beklemeden şehri terketmiş, kavmine kızarak terketmiş.
"Ve o zannetti ki
sanki oradan çıkınca biz onu daraltmayacağız," o kavmin içinde kalmak bir
daralma meydana getiriyor. Çünkü dinlemiyorlar, hakaret ediyorlar, iftira
ediyorlar. Her türlü isyanı ve inkarı yapıyorlar.
Böylece Yunus (a.s.)
tek başına kalıyor ve orada daralıyor. "Oradan çıkınca, rahatlayacağını
zannederek çıktı" diyor Rabbim.
"Sen o
imansızların arasından uzaklaşıp da rahat edeceğini mi zannediyorsun?"
gör bakalım diyor.
Yunus(as) bir gemi
ile, başka bir tarafa giderken denize atılıyor veya düşüyor.
Denize atılması veya
atlaması tefsirlerin ifadesine göre şöyledir; Kayıkta az kişiîermiş, Fakat
dalgalar da fazla, denizin suyu da neredeyse sandalın içine girmeye çalışıyor,
kaptan demiş ki; "Bir kişi fazla burada, bir kişi inecek..! Eğer inmezse
hepimiz boğulacağız." (Denizin ortasında inmek demek, denize düşmek
demektir.)
Hani bizdeki
asansörlerde de olur ya, dört kişilik asansöre, beşinci veya altıncı adam
bindimi, asansör inlemeye başlar. Ve bazen de içinde kalmalar olur. O anda
yapılması gereken şey, fazla kişinin asansörden inmesidir.
Kayıkda da aynen böyle
batma tehlikesi geçirmişler, bir tanesi inerse iş düzelecek. Kur'a sonucu Yunus
(a.s.)'a çıkar ve Yunus (a.s.) kendisi atlar. Atlayınca da balık onu yutar.
İşte imansız
insanların arasında kalmak bir karanlıktır doğru, ama Rabbimden izin almadan
onların arasından çıkılmaz, bunu da bilmek gerekir. Rabbimizde; "Madem ki
çıktın buyur denizde balığın karnındaki başka bir karanlığa." diyor.
Üç karanlık üst üste,
gecenin karanlığı, denizin karanlığa ve bir de balığın içinin karanlığı, üç
tane karanlık iç içe oluyor. (Peygamberler de hata ederler, Peygamberlerden
meydana gelen hataya "zelle" denir,)
Peygamberlerin
günahsızlığı şöyledir; Peygamberler hatasız olarak bu dünyadan gitmişlerdir,
hatayı yapar, ancak Rabbim tarafından düzeltilir. Mesela Yunus (a.s.)'m
yaptığı bu hata dünyada iken düzeltilmiştir. Yani bu senin yaptığın doğru
değildir diye Yunus (a.s.). uyarılmıştır.
Peygamber efendimiz
(s.a.v.)'in kör bir insana karşı olan bir davranışı, yine Rabbim tarafından
Abese suresi ile uyarılarak düzeltilmiştir.
Yani
"Peygamberler hatasız ölmüşlerdir" deriz biz. Günahsız ve hatasız
ölmüşlerdir.
Burada da Yunus (a.s.)
ki ; ilk nazil olan surelerden Kalem suresinde Allah (c.c.) tarafından;
"Bu insanların belasına, her türlü iftirasına, her türlü engellemelerine
Sabret.!, balık sahibi gibi (yani Yunus (a.s.) gibi olma" diye Peygamber
efendimiz uyarılıyor.
Ve Yunus (as) o
balığın karnında iken Rabbine dönüyor ve diyor ki: "Senden başka ilah
yoktur, Senden başka yaratan, yaşatan, yöneten yoktur, ben seni teşbih ederim,
Seni bütün eksik sıfatlardan tenzih ederim. Ben zalimlerden oldum Ya
Rabbi..!" Yani senin bu iznini almadan o şehirden çıkmakla "ben
zulmedenlerden oldum, beni affet ya Rabbi" diye Yunus (a.s.) Rabbine dua
ediyor ve Rabbimiz de diyorki;[88]
88- Onun
(Yunus'un) duasını kabul ettik ve onu gam (ü-keder) dan kurtardık. İşte
mü'minleri biz böyle kurtarırız.
"Biz de Onun
duasını kabul ettik, Onu gamlı andan kurtardık. (Yani denizin derinliklerinden
kurtardık.) İşte mü'minleri de biz böylece kurtarırız" diyor Allah (c.c).
Peki mü'minleri nasıl
kurtaracak Rabbim? Yunus (a.s.)'ın dediğini dersek kurtaracak. Şu anda biz bir
karanlığın, küfür karanlığının içerisindeyiz. Yunus (a.s.)'m balığın karnında
karanlık içinde olduğu gibi, mü'mimler de bugün küfrün hakim olduğu yerde
karanlıklar içindeler demektir. Allah'a isyanın olduğu yerde karanlık var
demektir.
Buradan
kurtulabilmenin yolu topyekün fertlerin veya milletlerin; "La ilahe illa
ente sûbhaneke inni küntü minez zalimiyn" demeleri gerekir.
Kabahati kendimizde
arayacağız, başkalarında kabahat aramaya gitmeyeceğiz. Günümüzde biraz buna
ağırlık vermemiz lazım, hep gavuru dışarıda ararız biz, kabahati dışarıda
ararız. Vay efendim Amerika şöyle ediyor, İngiltere böyle yapıyor, Almanya
böyle böyle planlar kuruyor. Efendim İsrail şöyle şöyle ediyor vs.
Onlar kendi
görevlerini yapacak, yani akrep sokuyor diye bas bas bağırmanın da anlamı yok.
Bizim görevimiz akrebe sokulmamak, ateşte yakılmamaktır. Ona karşı tedbirimizi
almaktır.
Karanlığın içersindeki
Yunus (a.s.) bize kabahatin kendimizde olduğunu öğretiveriyor. "Ya Rabbi
ben zulmedenlerden olduğum için bu benim başıma geldi Ya Rabbi. Senden başka
ilah olmadığını ikrar ediyorum Ya Rabbi, zaten iman ediyordum, tekrar ikrar
ediyorum, Seni eksik sıfatlardan tenzih ediyorum, seni teşbih ediyorum Ya
Rabbi" diyor ve kurtarıyor,
Yalnız O'nu
kurtardığını haber vermiyor Rabbim; "İşte biz mü'minleri böylece kurtarırız"
diyor. Biz de Allah'a iman etmiş insanlarız, bizim de kurtulmamızın yolu;
Allah'tan başka ilah olmadığına, imanımız var ama bunu ikrar etmeliyiz, bu
karanlığın içerisinde, küfrün karanlığı içersinde bütün insanlara duyurmalıyız.
Rabbimi teşbih etmeliyiz vede yaptığımız işlerin yanlışlığından dolayı bunların
başımıza geldiğini kabul etmeliyiz. Suç ve kabahati kimse kabul etmez, kimse
suça sahip çıkmaz derler, biz suçumuzu kabul ederek Rabbimden af dilemeliyiz.[89]
89-
Zekeriyya'ya da (lütfettik). Hani o Rabbine: "Rabbim, beni yalnız bırakma
(bana çocuk ver). Varislerin en hayırlısı sensin" diye dua etmişti.
Kendisi epeyce
yaşlanıyor, hanımının da çocuğu olmuyor. Meryem suresinde ifade edildiği gibi
Zekeriyya (a.s.)'m ilanımı kısırmış hatta bunun tefsiri Al-i İmran suresi 38.
ayet-i kerimede geçmişti; "Ya Rabbi bana tertemiz bir nesil ver, çocuk ver
ya Rabbi" diye Zekeriyya (a.s.)dua ediyor ve Rabbim de ona Yahya (a.s.)'ı
müjdeliyor.
Melekler geliyorlar,
Zekeriyya (a.s.) mihrabda iken, Ona bir oğlunun olacağını müjdeliyorlar ve
müjdelerken de, musaddik olduğunu, yani bu İslamı doğrulayan, tasdik eden biri
olduğunu, efendi olduğunu, günahlara karşı korunmuş birisi olduğunu ve
salihlerden bir Peygamber olduğunu haber veriyorlar. Meryem suresinde de 2.,3.
ve 4. ayet-i kerimelerinde tefsiri geçmişti hatta 8. ayet-i kerimede diyor ki:
(Çocuk istiyor ama melekler müjdelemeye gelince de); "Ya Rabbi benim çocuğum
nasıl olur, ben yaşlıyım, hanımım ise kısır" ifadesini kullanıyor ve
melekler ona; "Allah (c.c.) için bunun kolay olduğunu" bildiriyorlar
ve derken Yahya (a.s.) da dünyaya geliyor.
Demek ki Rabbimizden
çocuk isteyeceğiz ama isterken "Ya Rabbi çok güzel bir nesil ver."
Yani temiz, günahlarla kirlenmeyecek bir nesil ver ya Rabbi, bedenen sıhhatli,
ruhen İslama aşina ve İslamı yaşayan, dürüst, tertemiz kalabilmesini bilen
Yahya (a.s.)'da olduğu gibi günahlara karşı korunmuş bir evlat ver bize Ya
Rabbi" diyeceğiz.
Burada Allah (c.c),
duamızın böyle olması gerektiğini de bize Öğretmiş oluyor.[90]
90- Biz de
Onun duasını kabul ettik. Ona Yahya'yı bağışladık. Eşini de onun için (doğuma)
elverişli kıldık. Gerçekten onlar hayırlara koşarlar, ümit ve korku içinde
bize dua ederler ve bize karşı saygılı idiler.
"Biz onun duasını
da kabul ettik ve ona Yahya'yı hibe ettik" (Hibe kelimesini kullanmış
Rabbim burada.) Demek ki bizim çocuklarımız bize Rabbimin birer hibesi, türkçe
karşılığı; "Bağış".
Öyle ise bize birşey
bağışlandığında nasıl ki seviniyoruz ve onu koruyoruz, çocuklarımızı da Allah
(c.c.)'ün bağışı olarak kabul edeceğiz ve O'nun bize verdiği gibi O'na iade
etmeye çalışacağız.
Allah (c.c.) bize
günahsız olarak veriyor çocukları, biz de günahsız olarak iade etmek için
gayret göstereceğiz.
Tam başarılı olmamız
mümkün değil ama, hiç değilse küfürle ve büyük günahlarla kirlenmemesine
dikkat edersek başarılı olabiliriz.
Alah (cc); "Ve
eşini de ona uygun kıldık." buyuruyor. Yani doğum yapacak hale getirdik,
yani kısırlığını giderdik diyor. Bu bir mucizedir, Zekeriyya (a.s.)'m hanımı
kısır ve tefsircilerin ifade ettiğine göre 99 yaşındaydı, hem kısır, hem de 99
yaşındaki bir hanımdan çocuğun meydana gelmesi mucizedir.
Ama Rabbim bizim bir
şeye de dikkatimiz çekmiş oluyor, o da kısır olan hanımların tedavisidir.
Günümüzde de doktorların müdahalesiyle, tedavisiyle bazen çocuklar dünyaya
geliyor, bazılarında başarılı oluna-mıyor ama bazılarında başarılı olunuyor.
Peki mucizenin değeri
düşer mi? Düşmez. Mucize, vasıtasız olarak, tabiat üstü oluyor. İnsanların
yaptığı ise Rabbimin yine tabiata koyduğu kanunlarından yararlanarak oluyor.
"O Peygamberlerin
hepsi iyiliklerde yarışırlardı ve bize "havf" ile "reca"
arasında dua ederlerdi" Yani yaptıklarından dolayı Allah Cennetini
verecekmiş, diye ibadet yapıyorlar, dua ediyorlar ve yapamadıklarından hesaba
çekileceklerinin korkusuyla İslama sarılıyorlar.
Bir tarafta sanki
ateşe ayaklan dtişüverecekmiş gibi isyandan ve günahlardan korkuyorlar, öbür
tarafta da Cennete girivereceklermiş gibi dua ediyorlar. Bunu "Rağab"
ve "Rahab" tabirleriyle ifade ediyor Allah (c.c). Halkımızın dilinde
ise tasavvuf erbabının ağzıyla "Havf ve Reca" şekliyle geçmiştir.
Yani "ümit ile korku" arasında Allah'a dua ediyorlardı.
Hz. Ömer (r.a.)
"Cennete bir tek kişi gidecek deseler o ben olurum ümidi içerisinde
olurum, ama bu ümmetten Cehenneme bir kişi gidecek denilse o benimdir diye
korkarım" diyor.
İşte bu "Havf
"ile "Reca" arasında olmaktır. Ve o Peygamberlerin tamamı
Allah'dan korkan insanlardır diyor Allah (c.c).
Bunların ard arda
verilmesinin hikmetlerine değinmiş tefsircilerimiz. Bazıları filan dedeye
gider, çocuğu olmayanlar dededen çocuk isterler. Tabii dede ölmüş, bir dağın
başında iki tane taş çevirmişler, oraya giderler, "Ey dede bana da çocuk
ver" derler. Dedelerden çocuk istenmez.
Rabbimin bize bunu
vermesinin sebebi şu; Zekeriyya (a.s.) bir Peygamberdir. Yani binlerce evliya
bir araya gelse bir Peygamber olamaz. Evliya'nın tamamı bir araya gelse bir
Peygamber derecesine yükselmeleri mümkün değil. Peygamberin çocuğu olmazsa ve
Peygamber bu kadar istemesine rağmen çocuğu dünyaya gelmezse, yani Peygamber
çocuk meydana getirecek güce sahip değilse, düşünüverin siz diğerlerini.
Yani hiçbir mezara
veya hiçbir dedeye gidip te "Ey dede bana çocuk ver" yahut "Ey
dede bana şöyle şöyle bir şey ver" demeyeceğiz. Hastalıklarımızın tedavisi
konusunda Rabbimden şifa aranacaktır, vasıtalar kimlerdir? Doktorlardır.
Rabbimin tabiattaki şifalarını, ilaçlarını bulan ve bize uygulayan onlardır.
Ama özellikle bedeni
hastalıklarda yine filan dedeye gidenler vardır, oralara gidip te tedavi
olmayı beklemeyeceğiz ama bu, Eyyûb (a.s.)'m kıssasını anlatan Sâd suresinde,
Allah fc.c.) Eyyûb (a.s.)'a diyor ki; "Ayağını yere vur." Ayağını
yere vurunca yerden su çıkıyor ve o su ile hastalığının tedavi olduğunu haber
veriyor Rabbim.
Bununla bize şunu
işaret etmiş oluyor Allah (c.c): "Hastalıkların giderilmesi için Rabbimin
tabiata koyduğu ilaçlardan istifade etmemiz gerektiği."
Tefsircilerimiz o
ayet-i kerimeye dayanarak Eyyûb (a.s.)'ın hastalığının daha ziyade cilt
hastalığı olduğuna hükmetmişler ve günümüzde de bir kısım hastalıkların,
özellikle cilt hastalıkları için kaplıcalar olduğunu biliyoruz ve oralardan da
tedavi olanlar var.
Hatta doktorların da
tavsiye ettiği bazı kaplıcalar var. Yani tedavi için Rabbimin koyduğu kurallara
riayet edeceğiz. Peygamber efendimiz de; "Devası olmayan hastalık yoktur.
Allah devasını yaratmadığı bir hastalığı indirmemiştir." buyurmuştur.
Günümüzde "Aids"
hastalığı varya, mutlak surette bunun da ilacı tabiatta var. Ama nerededir? O
ilim adamlarımızın ve doktorlarımızın hassas bir gözle arayıp bulacağı
birşeydir. Bu mutlaka bulunacaktır, çünkü hastalık varsa ilacı da vardır. Ölüm
ve ihtiyarlama hariç. Hadis-i şerifte; "ölüm ve ihtiyarlamaya çare
yok" deniyor.[91]
91- Irzını
koruyan (Meryem'e) de (lütfettik) ona ruhumuzdan üfürdük. Onu ve oğlunu
(İsa'yı) alemlere ayet kıldık.
Bu ayet-i kerimede de
İsa (a.s.) ile onun annesi Meryem validemize dikkat çekiliyor. "Namusunu
koruyan Meryem'e gelince biz ona ruhumuzdan üfürdük, Onu ve Onun oğlunu bütün
alemlere bir ayet kıldık" diyor Rabbim.
Şimdi burada bizim
Kur'an-ı Kerim'imiz de "ruhumuzdan o Meryem'e üfürdük" kelimesine
bazı hristiyanlar takılıyorlar. "Bak sizin Kur'an'da da İsa (a.s.)'ın
Allah'ın ruhu olduğu kabul ediliyor" "Yani O'ndan bir parçadır"
diyorlar.
Biz de diyoruz ki;
O'ndan bir parça değildir. Ama "Ruhumuzdan" diyor.
Bütün ruhlar Allah'a
aittir. Bülbülün ruhu da Allah'a aittir, öyleyse O'nun; "bizim ruhumuz ve
ruhlarımız" deme hakkı vardır. Ruhlarda dahil olmak üzere Tabiatın tamamı
O'nundur. Öyleyse "mülkümüz," veya "mülküm," kelimesini O
kullanır. Bu O'nun bir parçası anlamında değil, O'nun yarattığı birşey olduğu
anlamındadır.
Ondan yani o ruhtan
Meryem validemize üfürdüğünü, Cebrail (a.s.) vasıtasıyla üfürdüğünü ve İsa
(a.s.)'ın dünyaya geldiğini, İsa (a.s.)'ın da, Meryem validemizin de, bütün
alemlere bir ayet olduğunu haber veriyor Allah (c.c).
Nasıl ayet? Dikkat
ediyoruz, Zekeriyya (a.s.) kendisi ihtiyar, hanımı kısır olmasına rağmen çocuk
meydana geliyor, daha önce Bakara suresinde geçmişti ve başka birçok surede de
geçmişti. İlk insanın topraktan yaratıldığını haber veriyor Allah (c.c).
Annesiz ve babasız,
topraktan Hz. Adem'i yaratıyor, bu Allah'ın bir ayetidir. Hz. Adem babasız ama
anne gibi olacak. Yani Havva validemiz, Adem (a.s.)'dan dünyaya gelmiş. Bir
insandan meydana geliyor ama annesi yok.
İsa (a.s.), Annesi
var, babası yok dünyaya gelmiş. Yahya (a.s.). annesi kısır babası ihtiyar
dünyaya gelmiş. Bütün bunlar Allah'ın birer mucizesidirler, gördüğümüz herşeye
de aslında mucize diyoruz. Bunlar tabiat kanunlarının dışında olduğundan dolayı
mucize diyoruz. Yoksa gördüğümüz herşey bir mucizedir de her-gün meydana gelen
bu olaylara gözümüz alışmıştır.
Rabbim burada
gözümüzün alışmadığı bir olayı haber verdiğinden, bizim için bir ayet, bir
ibret olduğunu haber veriyor.
Biz burada bu ayet-i
kerimeyle Meryem validemizin iffetli bir hanım olduğunu ve hiçbir erkekle temas
etmediğini kabul ediyoruz, bu bizim imanımızdır. Buna iman farzdır. Ama bugün
Yahudilerle, Hristiyanlar birlikte gibi görünürler, değiller aslında. Tarih
boyunca Yahudileri yerle bir eden ve sayılarını bugünkü halde tutanlar hep
hristiyanlar olmuştur. Yahudiler bugüne kadar Müslümanlardan darbe yememiştir.
Yani müslümanlara sıra gelmemiştir. Hep Hristiyanlar tarafından topluca
katliama uğratılmışlardır. M.Ö. de, M.S. da hep toplu katliama uğratıldıklarından
dolayı en az nüfusa sahiptirler.
Onun için;
"siyaset bilmeyen tek millet bunlardır" diyorum ben. Dünyada siyaset
bilmeyen tek millet var, o da Yahudilerdir. Ve bu Yahudiler İsa (a.s.)'ı
öldürmeye teşebbüs etmiş insanlardrr.
Hıristiyan aleminin
hatırından çıkması mümkün değildir. Yani mevcut İncil'e bile inananlar, İsa
'a.s.)'a yanlış yoldan da olsa inananların Yahudilerle biraraya gelmeleri
mümkün değildir.
Peki şu anda niçin bir
araya geliyorlar? Müslümana karşı biraraya geliyorlar, bir de Hristiyanlar,
bizimle karşı karşıya gelmektense Yahudilerle Müslümanlar karşı karşıya gelsin
istiyorlar.
Yani İsrail'de bunlara
devlet kurduracak, Müslümanlar da onları oradan çıkarmaya çalışacak. Böylece
Yahudi Müslümanı öldürdüğünden Hristiyan rahatlıyor, Müslüman Yahudiyi
öldürdüğünde yine Hristiyanlar rahatlıyor. Yani biz dış görüntüde Yahudi ile
Hristiyanları birlik halinde zannederiz ama değil.
Rabbim: "Onları
sen birlik halinde zannedersin ama kalpleri paramparçadır onların"
buyuruyor. Yani kalpten ayrıdırlar bunlar, ama dış görüntüde birlikte
görünürler.
Biz Meryem validemizi
tertemiz kabul etmişiz, onlar ise iftira etmişlerdir. Yani Yahudiler İsa
(a.s.)'ın babasız olmadığını, zina mahsulü olduğunu söylemişlerdir. Onun
içindir ki, bu hatıra Hristiyanların içinden çıkmaz, kıyamete kadar da çıkacak
değildir. Mutlak surette eninde sonunda ya bizimle hesaplaşacak Yahudiler veya
onlarla hesaplaşacaklar. Başka yolu yok bunun.
İki Almanya'nın
birleştiği gün İsrail'de yas günü ilan edilmiştir. Her sene o günde
ağlayacaklar, ağlama duvarları var onların. Onun önüne gelecekler ve her sene o
gün ağlayacaklar adamlar.
Bu surenin hemen
sonunda gelecek. "Peygamberimizi alemlere rahmet olarak göndermiştir
Allah (c.c.)." Bu rahmeti yahudiler iyi bilirler. "Yahudilerin
İspanya'dan Osmanlı İmparatorluğuna getirilişinin 500. yıldönümü kutlandı.
Çünkü 1492 yılında mart ayında Yahudiler Osmanlı Devletine gemilerle taşınmaya
başlanmış. Çünkü Orada bütün Müslümanlar ve Yahudiler toplu katliama tabii
tutulmuş. Portekiz Yahudileri almamış, Almanya'ya gidenler Öldürülmüş,
Fransa'ya gidenler ölmüş ve öldürülmüş. Ancak gemilerle Türkiye'ye
getirilenlerin nesilleri devam etmiş ve onlar da Osmanlı'ya şükranlarını ifade
etmek için Mart-Nisan-Mayis aylarında hem Türkiye'de, hemde Türkiye dışında
kutlamalar yapıyorlar.
Getirmeselerdi ne
olurdu? Getirmeselerdi bir insanlık borcunu, Müslümanlık borcunu yerine
getirmemiş olurlardı. Müslüman nerede olursa olsun katliama karşıdır. Peki
hocam, ama başımıza bela oldular. Öyle düşünmeyelim. Bazı Osmanlı'ya düşman
olan arkadaşlarımız bunu söylüyorlar, bu doğru değil.
Doktorlar insan
vücudunda bazı zararlı mikroplar da var diyorlar ve zararlı mikroplar olmamış
olsa diğer faydalı mikroplar uyuşurmuş, çalışmazlarmış ve hastalanırmışiz.
Zararlı mikroplara karşı hep atakta olurmuş, diğer faydalı mikroplar ve insan
zinde kalırmış.
Rabbimizin vücudumuza
zararlı mikropları vermesi bile rahmetmiş bize, onun için toplumun bünyesinde
bu tür adamlar olmamış olsa toplum gevşeyecek, yani ileri gitme olmayacak,
zararlı mikroplara karşı hep böyle tetikte durmak var.
Bunu dediğimde yine
yazar çizer takımından bir arkadaş. "Yahudileri getirmiş ama Müslümanları
getirmemiş" diyor. "1492'de Müslümanlar getirilmemiş" diyor.
Ertuğrul Düzdağ tarafından -Barbaros Hayreddin Paşa'nın hatıratı yayımlanmış.
Orada Barboros paşa; "100 bin kadar kardeşimizi gemilerle Fas, Tunus,
Cezayir'e yerleştirdim" diyor.
Buraya
getirilmemişler. Çünkü serhad boyunda adam lazım. Fas, Tunus, Cezayir'de
Müslümanların şimdiki kıyamı o insanların nesilleri ile olmaktadır. Osmanlı
müslümanları da getirseydi daha o zamandan teslim etmiş olurduk Fas, Tunus ve
Cezayir'i. İşte bu da ince bir siyasettir.[92]
92- Bir tek
ümmet olarak işte bu sizin ümmetinizdîr. Bende sizin Rabbinizim. Yalnız bana
ibadet ediniz.
"İşte bu sizin
ümmetiniz tek ümmettir, (bu din tek dindir) Ve ben de sizin Rabbinizim ve ancak
bana ibadet ediniz" diyor Allah (c.c).
"Dininiz tek din;
(burada sayıldığına göre) Nuh (a.s.)'dan İsa (a.s.)'a, ondan da Hz. Muhammed
(s.a.v.)'e kadar gelen bütün Peygamberlerin dini tek dindir. Bunlar tek
ümmettirler, Adem (a.s.)'a inanan, Nuh (a.s.)'a inanan, İbrahim (a.s.)'a
inanan, İsa (a.s.)'a inanan, Peygamber efendimize inananların hepsi bir tek
ümmettir. Rabbimizde Allah (c.c.)'dür. Öyleyse yalnız O'na ibadet etmemiz
gerekiyor. Peki imansızlar ne yapıyor;[93]
93- İşlerini
aralarında parçaladılar (ayrılığa düştüler). Hepsi bize dönecekler.
"Onlar kendi
aralarında paramparça oldular, birbirlerinden ayrıldılar." Bu dünyada ne
kadar ayrıhrlarsa ayrılsınlar, ne kadar gavurluk icad ederlerse etsinler,
bunların hepsi bize döneceklerdir" diyor Allah (c.c). Bir kısım insanlar
Peygamberler çizgisinde oluyor, bir kısmı da müslümanların karşısına geçiyor ama
kendi aralarında paramparça oluyorlar. Ve eninde sonunda yine Rabbimin
huzuruna dönüyorlar.[94]
94- Kim
Mü'min olarak salih amellerden işlerse çalışması boşa gitmez. Biz onun için
yazarız.
"Kim iyi işler
yaparsa, ama mü'min olarak iyi işler yaparsa, (dikkatimizi çekiyor.) Hani bazı
insanlar iyi iş yaparlar ama iman etmezler, Allah'a iman etmeden iyi iş yapan
olur mu? Olur.
Rabbim iman ederek iyi
işler yaparsa, onun yaptıkları zayii edilmez ve biz onları yazmaktayız"
diyor.
Yani kişinin yaptığı
herşey, söylediği her kelime, duyduğu ve gördüğü herşey yazılmaktadır.
Herşeyimiz kayda geçiyor.
Allah (c.c.) onu ifade
ediyor ve bunlar da hiç zayii edilmeyecek olduğu gibi hesabınıza işlenecektir
buyuruyor.[95]
95- Helak
ettiğimiz ülke halkının (tevbe etmek için dünyaya) geri dönmesi mümkün
değildir.
Bu ayet-i kerimeye iki
türlü mana verilebilir. "Helak ettiğimiz şehirlerin halkının tekrar
dünyaya getirilip iman ettirilmesi yasaktır."
Yani kıyameti görünce
"Ya Rabbi bizi döndür de Vallahi de iman edeceğiz, billahi de iman edeceğiz,
biz bir hata ettik Ya Rabbi" diye geri döndürülmeleri olmaz. Yani son
pişmanlık fayda vermez. Ahirete vardıktan sonra Cennet, Cehennemi gördükten
sonra dünyaya gidelim, biz orada iman edeceğiz Ya Rabbi, demelerinin faydası
yok manasına geldiği gibi.
"O helaki hak
etmiş insanların imana gelmesi de haram kılınmıştır, onlar imana gelmezler
artık" manasına da gelir ki; başka kavimlerden bahsedilirken bu vardır.
Mesela Lût (a.s.)'m
kavmini helak etmek üzere melekler geldiğinde İbrahim (a.s.) helak edilmemesi
için dua ediyor. Rabbim de: "Rabbinin emri gelmiştir. Geri çevrilmeyen
azap onlara gelecektir" diyor, tefsiri geçmişti.[96]
96- Ye'cüc
ve Me'cüc (sedleri) açıldığında onlar herbir tepeden saldırırlar.
97- Gerçek
va'd (kıyamet) yaklaşdı. Kafirlerin gözleri belerip kaldığında; "Yazıklar
olsun bize. biz bundan gafil idik. Hayır biz kendimize zulmetmişiz."
derler.
"Allah (c.c.)
burada kıyametin alametlerinden biri olan "Ye'cuc ve Me'cuc'un"
önlerinin kapalı olan bölümünün açılıvereceğini haber veriyor ve önleri
açılıverince de her taraftan dünya insanının üzerine saldıracaklarını, koşarak
geleceklerini ifade ediyor.
Ye'cüc ve Me'cüc
kimdir? Kesinlikle bilemeyiz dedik. Kehf suresinin tefsirinde, bir kısmı
Çinlilerdir demiş, bir kısmı Moğollardır demiş, bilemeyiz. Tefsirlerde Kehf
suresinde anlatıldığına göre; "Zü'1-karneyn (a.s.)î (bir kısmı
Peygamberdir, bir kısmı değildir diyor. Peygamber değilse de salih insan
olduğu ayetle sabittir. Yani Allah'a inanmış ve o yolda yürüyen Allah'ın ermiş
kullarından biridir, aynı zamanda bir komutandır.) Güneşin doğduğu yere kadar
gittiğini ve oradaki insanlara kötülük yapan insanlar ile beri taraftakiler
arasına bir set yaptığını ifade ediyor."
Şimdi o set nerededir?
O kavim kimdir? Kesinlikle belli değil, Faraziyeler var. Onlar Türk kavmidir
diyen bazı tefsirler vardır, ama doğru demek mümkün değildir. Çünkü Rabbim isim
vermediğine göre bizde isim vermekten kaçınıyoruz. Çin demek te doğru değildir.
Çünkü Çin denilmiyor ayet-i kerimede.
Bugün bile bir adam;
bu Amerika'dır diyebilir. Çünkü daha önce orada Berk boğazı açık değilmiş
kapalıymış. Oradaki insanlar da olabilir. Bunu da bilemeyiz.
Ama şunu biliyoruz ki
kıyamete yakın zamanda sayıları çokça olan bir milletin, dünya insanı üzerine
saldıracağını, zararlar vereceğine dair bu ayet-i kerimede açıkça ifade
ediliyor. Nasıl zarar vereceğini de bilemiyoruz.
"O kıyamet günü
geldiğinde kıyamet sahneleri de görülmeye başlayınca kafirlerin gözleri
belerir" diyor Allah (c.c).
Derler ki: "Keşke
biz böyle olmasaydık, gaflet halinde yakalandık ve biz zalimlerden olduk"
diyorlar. Ansızın gelirverdi bu. Halbuki ansızın gelmedi, aslında ta 1400 sene
evvelinden Peygamber efendimize haber verilmişti, geleceği bildirilmiş ama
insanların bir kısmı inanma-
mışlar, inanmayan
insanlar ansızın onunla karşılaşıverince "Biz ansızın yakalandık"
derler ve "gözleri belerir" diyor Allah (c.c.).[97]
98- Siz ve
AHah'dan başka ibadet ettikleriniz cehennem odunudur. Sİz, o cehenneme
varacaksınız.
Bu ayet-i kerimeye
imansızın birisi mantıki yönden itiraz etmiş, Kureyşlilere "Muhammed
Yakalandı, ben Muhammed'in açığını buldum" demiş. Koşmuşlar; "ne
buldun?" demişler. Demiş ki: "Ayette siz ve sizin tapındıklarınız
Cehennemin yakıtıdır" diyor. Peki buyrun Hristiyanlar Hz. İsa'ya
tapınırlar, Yahudiler de Üzeyr'e tapınırlar. Öyleyse siz sizin tapındığınız
İsa'da Cehennemin odunudur. Öbür tarafta İsa'nın Cehennemin odunu değil,
Cennetlik olduğunu söylüyor. Bu nasıl olacak?" demiş, müşrikler hemen
Peygamberimize gelmişler.
Peygamber efendimiz
de; "hemen devam eden ayet-i kerimede: "Kendileri hakkında bizim
tarafımızdan Cennet Va'di geçen, yani onlara iyilikler verilen Cennete
girecektir diye bahsettiğimiz o Peygamberler, o insanlar, onlar Cehennemden
uzaklaştırılmışlardır" diyor Allah (c.c.) buyurmuşlar.
Doğru, İsa (a.s.)'a
bunlar tapınıyorlar ama İsa (a.s.)'m Cennetlik olduğunu Allah (c.c.) kendisi
haber veriyor ve İsa (a.s.) da onların tapınmasından memnun değil. Siz ve
sizin taptıklarınız Cehennemdedir dediğinde ayet-i kerimede; burada Cehennemlik
olan tapılanlar, tapanların tapınmasını isteyenlerdir.[98]
99- Eğer
onlar ilahlar olsaydılar, cehenneme girmezlerdi. Hepsi cehennemde ebedidirler.
Yani şu ilah diye
tapındığınız, kanunlarına uyduğunuz insanlar ilah olsalardı cehenneme
girmezlerdi. Üstelik onların hepsi birden cehennemde ebediyyen kalacaklardır.[99]
100- Onlar
için cehennemde inleme vardır. Onlar (sevindirici birşey) işitmezler.
Orada onların
iniltileri vardır. Nefes alıp vermeden doğan bir inilti. Cehennemin alevini
alıp, alevini veriyorlar. Bundan dolayı çıkan iniltileri vardır. Onlar
kendileri için hoşa giden, sevinecekleri hiçbirşey de duymazlar, herkes kendi
derdindedir, başkalarının sesini duymazlar.[100]
101- Bizden
kendilerine iyilik geçmiş olanlar, işte onlar cehennemden
uzaklaştırılmışlardır.
102-
(Cennetlikler) Cehennemin cayırtısını işitmezler. Onlar canları nın istediği
şeyler içinde ebedi kalırlar.
103- Büyük
korku onları üzmez. Onları melekler: "Size va'dolunan gününüz işte
budur" diyerek karşılarlar.
"Allah'ın Cennetle
müjdelediği kimselerse Cehennemden uzaktır." O kadar ki: "O
Cehennemin hışırtısından hiçbirşey işitmezler. Onlar nefislerinin arzu ettiği
herşeylerle beraber ebedidirler orada."
"O büyük korkudan
onlar üzülmezler, kıyametin dehşetli sahneleri onlara hiçbir zarar vermez, melekler
onları karşılar ve işte size vaado-lunan budur" derler. Yani Cennet size
va'dolunmuştur, buyrun Cennete selametle girin derler.[101]
104- O gün
biz gökleri kitapları dürer gibi düreriz. İlk yaratmaya başladığımız gibi onu
tekrar (mahşere) döndürürüz. Üzerimize bir söz olarak. Muhakkak biz onu
yapacağız.
"Bir de
bakmışsınız o gün gökyüzünü bir kitabı dürer gibi düreriz." Yani o ayrı
ayrı duran yıldızlar ve onların Ötesindekiler hepsi biraraya getiriliverir.
"Onları ilk yarattığımız hale döndürürüz."
Bunu açıklarken
Peygamber efendimiz (s.a.v.) "Dünyaya çıplak olarak geldiler, çıplak
olarak haşrolunacaklardır" diyor. Hz. Aişe validemiz "Ya Rasulellah
birbirlerine bakmazlar mı?, yani utanmazlar mı?" diye sormuş, Efendimiz
demiş ki: "Herkes kendi derdine düştüğünden kimse etrafını göremez."[102]
105-
Muhakkak, zikir (Tevrat) den sonra Zebur'da da: "Yeryüzüne salih kullarım
varis olacaktır" diye yazdık.
Yani yeryüzünün
yönetimi salih kullara aittir. Kafirlerin yönetimi idaresi geçicidir. Bunun
içindir ki Hz. Adem (a.s.)'dan bugüne kadar çoğunlukla yeryüzü yönetiminde
Müslümanlar söz sahibi olmuşlardır.
Son 1400 senelik
dönemde de yine efendimizden butarafa Emevisi, Abbasi'si ve Osmanh'sıyla dünya
yönetiminde çoğunlukla Müslümanlar söz sahibi olmuştur.
Yönetimdekiler salih
kullar değilse, onlar varis değil işgalcidir. Peygamberlerin çizgisinden
gitmeyen insanlar varis olamazlar. Ve onlar salih de olamazlar.[103]
106-
Şüphesiz bunda ibadet eden kavim için yeterli nasihat vardır. Yani abidlere,
"salih olun" demektedir Rabbimiz. Yalnız abidlik için emredilenleri
yapıp, nehyedilenlerden kaçmak yetmiyor, bir de; müslüman etrafa müdahaleci
olacak, dünyanın dengesinde bozulan yerleri düzeltecek, havasında, suyunda,
insanların yönetiminde ne bozulmuşsa ona müdahale edecek, İslah edecek diyor
Allah (cc).[104]
107- Biz
seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik.
Bu ayet-i kerimede
Allah (cc.) Peygamber efendimizin bütün alemlere rahmet olarak gönderildiğini
haber veriyor.
Yaratılmışların
tamamına "Alem" diyoruz. Cennet-Cehennem, yeryüzü, gökyüzü, denizi,
yıldızı hepsi alemdir.
Yani Peygamber
efindimiz yalnız insanlara değil, bütün alemlere rahmettir. Yere, göğe,
hayvanata ve insanlara hepsine rahmettir.
Rahmet yağarken gül
ile diken, bülbül ile akrep arasında ayrım yapmadığı gibi, Rahmet Peygamberi de
insanlar arasında ayırım yapmadan, onlar cehennemde yanmasın diye gece gündüz
çalışmış.
Günümüz müslümanları da
rahmet ümmeti olmalı, kafirlere acımalı ve cehenneme doğru giden yolun önüne
geçip engellemeli. Nasılki kendini yakmak için üzerine benzin döken insanı
görünce, hemen harekete geçip onu engellemeye çalışırız. İşte kafirlerde,
kendini cehenneme atmak için koşan insanlar gibidirler. Mü'minler bunların
önüne geçmeli, yalvarmalı ve yanmaları engellenmeli.
Güneş gibi, pislikleri
kurutan, gül gibi güzellikleri saçan, su gibi yanmış topraklara can katan
rahmet ümmeti olmalıyız.[105]
108- Deki:
"İlahınız ancak bir tek Halıdır diye ancak bana vahyolu-nuyor. Siz
müslüman olacakmisıniz?"
109- Eğer
yüz çevirirlerse hemen söyle: "Ben size (ayırım yapmadan) eşit olarak
bildirdim. Size va'dolunan (kıyamet) yakın mı, uzak mı? bende bilmiyorum.
İlamı tebliğ ederken,
zengin - fakir, genç - ihtiyar, amir - memur, kadın - erkek ayırımı
yapmadan,tebliğ yapıldığı gibi, ayetler insanlara sunulurken de, eğip bükmeden
sunulmalı ve adamına göre kelimeler tahrif edilmemeli. Kıyametin ne zaman
olacağını efendimiz bilmediğine göre Allah'tan başka kimse bilemez.[106]
110-
Şüphesiz O, sizdeki açık olanı da bilir, gizlediğinizi de bilir.
111-
Bilemem, belki de (cezanın geciktirilmesi) bir imtihandır. Ve bir zamana kadar
faydalandırmadın
"O açıktan
söylediğiniz sözü de, gizli tuttuğunuzu da bilmektedir" diyor. "Size
belirli makam mevki veriyorsa, size mal mülk veriyrosa; Bilmem? Belki de size
bir imtihandır bu! Azabınızı artırmak içindir bu! Belirli bir zamana kadar
nimet vermesidir Allah (c.c.)'ün, mühlet vermesidir ve ondan sonra bütün bu
verdiği imkanlardan dolayı da sizi hesaba çekecektir. Zulüm ile ayakta durup
saltanat sürenler kendi elleriyle ateşlerini toplayanlardır.[107]
112-
(Allah'ın Rasulü) dedi: "Rabbim, hak ile hükmet. Rabbimiz Rahman'dir.
Sizin söylediklerinize karşı kendisinden yardım isteyendir.
Peygamberimiz (s.a.v.)
"Ya Rabbi! Hak ile hükmet. Sizin bütün bu yaptıklarınız, söyledikleriniz
karşısında, kendisinden yardım talebedilecek olan, bizim Rabbimiz, Rahman olan
Allah'tır." Allah (c.c.) bu ayet-i kerimeyi Peygamber efendimiz
(s.a.v.)'in dilinden söyleyivermiş. "Rabbimiz, bizimle kavmimiz arasını
hak ile aç" şeklinde de başka bir Peygamberin duası vardır. (A'raf)
Böylece Enbiya
suresini bitirmiş olduk. Allah(cc), bize bu sureyi de anlayıp, amel etmeyi
nasip etsin amin.[108]
[1] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/111.
[2] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/111-112.
[3] Tevbe 74
[4] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/112-113.
[5] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/114.
[6] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/115-116.
[7] Bakara 23
[8] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/116-117.
[9] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/117-118.
[10] Ali İmran 42-48
[11] Kasas 7
[12] Nahl 68
[13] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/118-119.
[14] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/119120.
[15] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/120-121.
A'raf suresi ayet 31
[16] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/121-122.
[17] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/122-123.
[18] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/123-124.
[19] Bakınız;îbni Kesir tefsiri
[20] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/124-126.
[21] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/126.
[22] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/146.
[23] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/126-127.
[24] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/127-128.
[25] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/128-129.
[26] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/129-130.
[27] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/130-131.
[28] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/132.
[29] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/133.
[30] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/133-134.
[31] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim
Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/134.
[32] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/135.
Bakınız, Şifa tefsiri ;3/ 429
[33] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/135-136.
[34] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/136-138.
[35] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/138-139.
[36] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/139-140.
[37] Müsnedi Ahmed 3/38-55,
Emsal-ül Hadis,Ramehürmizi 84
[38] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/140.
[39] Ali imran 144
[40] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/140-141.
[41] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/141-142.
[42] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim
Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/142-143.
[43] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/143-144.
[44] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/144-145.
[45] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/145.
[46] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/145-146.
[47] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/146.
[48] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/146-147.
[49] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/147-148.
[50] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/148-149.
[51] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/149-150.
[52] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/150-151.
[53] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/151.
[54] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/152-153.
[55] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/153-154.
[56] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/154.
[57] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/154-155.
[58] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/155.
[59] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/156.
[60] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/157-158.
[61] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/158-159.
[62] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/159-161.
Bakınız;Şifa Tefsiri 3/444 Yunus 18
[63] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/161.
[64] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/161-162.
[65] Buharı, Enbiya 8,Ebu Davut
Talak 16, Nesai Menakıp, Müslim fezail 154
[66] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/162-165.
[67] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/165.
[68] Ali İmran 38-39
[69] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/165-166.
[70] Furkan74
[71] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/166-167.
[72] Bakınız Hud 78
[73] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/167-168.
[74] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/168.
[75] Hud 25-48
[76] Ankehut 14
[77] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/168-170.
[78] Buharı İ'tisam 21, Müslüm
Akliye 15, Tirmizi Ahkam 3
[79] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/170-173.
[80] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/173-174.
[81] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/174-175.
[82] Ali İmran 191
[83] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/175-176.
[84] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/176.
[85] Bakınız; Tefsiri İhni Kesir
[86] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/176-178.
[87] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/178-179.
[88] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/180-182.
[89] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/182-183.
[90] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/183-184.
[91] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/184-187.
[92] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/187-191.
[93] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/191.
[94] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/191-192.
[95] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/192.
[96] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/192-193.
Hud 76
[97] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/193-195.
[98] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/95.
[99] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı Kerim
Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/195-196.
[100] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/196.
[101] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/196-197.
[102] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/197.
[103] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/198.
[104] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/198.
[105] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/199.
[106] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/199-200.
[107] Mahmut Toptaş, Kur’an-ı
Kerim Şifa Tefsiri, Cantaş Yayınları: 5/200.