"...Allah ve Resûlünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini kendine din edinmeyen kimselerle.." (Tevbe Suresi - 29) (Resûlüm! ) De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah Ğafur ve Rahimdir. De ki: Allah'a ve Resûlü'ne itaat edin Eğer yüz çevirirlerse /itaat etmezlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez (Ali İmran Suresi 31-32) = ♦ A ♦ = “Şunu iyi biliniz ki, bana Kur'an-ı Kerim ile birlikte onun bir benzeri de verilmiştir. (Bu konuda) dikkatli olun; (çünkü) koltuğuna kurulan tok bir adamın ‘Size sadece şu Kur'an lazımdır, onda bulduğunuz helali helal, haramı da haram kabul ediniz yeter!’ diyeceği (günler) yakındır...” Bu hadis-i şerif -farklı nüanslarla - kütübü sitte ve diğer bazı kaynaklarda geçmektedir Ebu Davud, Sünnet, 5(6), İmaret,33; Tirmizî, İlim, 10; İbn Mace, Mukaddime, 2; Darimî, Mukaddime,49; Ahmed b. Hanbel, 2/367, 4/131-132, 6/8) İLİM BÖLÜMÜ / BÖLÜM: 10 Ø HADİSLERİ İNKAR EDENLER DE OLACAK MI? HADİS NO: 2663 3456 - Ebu Musa radıyallahu anh anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm aramızda ayağa kalkıp şu beş cümleyi söyledi: Allah Teâla Hazretleri uyumaz, zaten O'na uyku da yakışmaz. Kıstı (tartıyı, rızkı) indirir ve kaldırır. Geceleyin yapılan amel, gündüzleyin yapılandan önce; gündüzleyin yapılan amel de geceleyin yapılan amelden önce Allah'a yükseltilir. O'nun hicâbı nurdur. Eğer o perdeyi açacak olsa, veçhinin sübuhâtı, basarının ihâta ettiği bütün mahlükatını yakardı." Müslim, İmân 293 (179). 3457 - Hz. Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resülullah aleyhisalâtu vesselam buyurdular ki: "Sizden biri kardeşiyle dövüşünce yüze vurmaktan sakınsın." Buhari, Itk 20; Müslim, Birr, 112, (2612). Müslim'in rivayetinde şu ziyade var: "...zira Allah Adem'i kendi sûretinde yaratmıştır." 3458 - Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: "Resülullah aleyhissalatu vesselâm şu duayı çok yapardı: "Ey kalbleri çeviren Allahım! Kalbimi dinin üzerine sâbit kıl!" Ben (bir gün kendisine): "Ey Allah'ın resûlü! Biz sana ve senin getirdiklerine inandık. Sen bizim hakkımızda korkuyor musun?" dedim. Bana şöyle cevap verdi: "Evet! Kalpler, Rahmân'ın iki parmağı arasındadır. Onları istediği gibi çevirir." Tirmizi, Kader 7, (2141). 3459 - Hz. Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resulullah aleyhissalâtu vesselâm'ı şu âyetleri okurken işittim. (Meâlen): Hiç şüphesiz Allah size emânetleri ehline teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz Allah işitir ve görür" (Nisa 58). Bu sırada Resülullah aleyhissalâtu vesselam'ın baş parmağını kulağına, onu takib eden (şahâdet) parmağını da gözünün üzerine koyduğunu gördüm.'' Ebu Dâvud, Sünnet 19, (4728).--[1] ALLAH'IN SIFATLARI BÖLÜMÜ
UMUMÎ AÇIKLAMA
Sıfat bahsi Kelâm ilmine giren bir mevzudur. Bir başka ifade ile,
İslâm'ın Allah inancı, Allah hakkında bir kısım sıfatların varlığını kabul
etmekle ortaya çıkar. Sıfata inanılmazsa, o sıfatları taşıyan zât hakkında
bilgi sahibi olunamaz. Çeşitli dinlerdeki Allah inancının farklılıklar
arzetmesi temelde Allah'a izâfe edilen bu sıfat farklılıklarından ileri gelir.
Hatta Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'le Mûtezile fırkası arasındaki farklılık da
sıfat meselesinde düğümlenir. Kelâmcılar, İslâm'ın Allah inancını "Allah'ın yüce zâtı hakkında
vacib olan kemâl sıfatlarıyla beraber mümtenî olan noksan sıfatları bilip
öylece itikat eylemektir" diye tarif etmişlerdir. Bu açıdan Allah'ın
başlıca üç çeşit sıfatı vardır: 1- Vücud Sıfatı: Bu, Allah'ın varlığını ifade eder. 2- Selbî Sıfatlar: Bunlar mahlukatta bulunmayan sıfatları
ifade eder. Bunlar Allah'a mahsus sıfatlardır. Allah'ı mahlukattan herhangi
birine şu veya bu şekilde benzetmemek için, bunların mahlukatta olmadığını
bilmek ve belirtmek gerekir. Bunu belirtmekten maksad, Allah'ı tenzihtir,
mahlukattan başka ve ayrı olduğunu beyandır. Esasen selbetmek, ayırmak,
soymak gibi ma'nâlara gelir. Selbî sıfatlar çoktur, hepsi sayılmaz. Başlıcaları zikeredilir,
bunlar da beştir. * Kıdem: Allah'ın varlığının başlangıcı yok demektir. Zıddı hudûs'
tur, sonradan olmak demektir, bu ise mahlukun vasfıdır. * Beka: Allah'ın varlığının sonu yok demektir. Zıddı fenâ'dır, son
bulmak demektir, bu da mahluka ait bir vasıftır. * Muhalefetun li'lhavadis: Allah'ın sonradan meydana gelen şeylere
yani mahlukata hiç bir surette benzememesi demektir. * Kıyam binefsihî: "Varlığı kendi zâtının gereğidir,
var olmak için bir yaratıcıya, bir başka şeye muhtaç değildir. Halbuki bütün
mahluklar var olabilmek, varlığını devam ettirebilmek için çok şeylere
muhtaçtır. * Vahdaniyyet: Allah'ın zât, sıfat ve fiillerinden biridir, tektir, yardımcı, ortak vs.'si bulunmaz
demektir. Zıddı kesrettir, çokluktur. O'nun dışında her varlık mürekkeptir,
Allah ise mürekkep değildir, vahiddir. Dikkat edersek bu beş vasfın her biri Cenâb-ı Hakk'tan mahlukata
olan benzerliklerireddetmekte, Kur'an da ifade edilen "Onun bir benzeri
yoktur" hükmünü tahkik etmektedir. 3- Sübûtî Sıfatlar: Bunlar Allah'ın zâtında mevcut, zâtının
gereği olan sıfatlardır. Yani Allah'ın varlığını kabul edince, o sıfatları haiz
olduğunu da kabul etmek gerekir. Allah onlarsız düşünülemez. Bunlar hayat,
ilim, irade, kudret, semî, basar, kelâm ve tekvin'dir. Öyleyse Allah hayat
sıfatıyla hayy'dir, diridir. İlim sıfatlarıyla âlimdir; geçmişgelecek,
uzakyakın, büyükküçük her şeyi bilir. İrade sıfatıyla müriddir yani dilemek,
istemek sahibidir. Kudret sıfatıyla kadîrdir, her istediğini yapmaya gücü
yeter, onda acz yoktur. Semî sıfatıyla işitir; basar sıfatıyla görür; kelâm
sıfatıyla konuşur ve nihâyet tekvin
sıfatıyla yaratır. Bu sıfatlar Allah hakkında vâcib sıfatlardır, onlarsız Allah
düşünülemez. Kur'an-ı Kerim bu sıfatlarla Allah'ı tavsif eder. Bunlar Allah'ın
zâtıyla birlikte vardır ve kadîmdir. Bunlarla ilgili teferruat İslâm'daki
itikadî mezhepleri ortaya çıkarmıştır. Hatta hristiyanlıkyahudilik gibi semâvî
ve -diğer- gayr-ı semâvî dinler ve bir kısım felsefi sistemler arasındaki
itikadî farklılıklar çoğunlukla Allah'a izafe edilen bu sıfatlarla ilgilidir.
Bir başka deyişle, İslâm itikadının orijinallitesi bu sıfatlar mevzuundaki
telakkisinde yatar. Müslümanların itikadî bütünlüğe, imânî kemâle ermeleri
bunları iyi bilmelerine bağlıdır. Bu sebeple Allah'ın sıfatları bahsinin her
müslümanca iyi hazmedilmesi, eksiksiz
kavranması gerekir. Sadedinde olduğumuz bahiste, bu mevzuya giren sadece birkaç hadis
vardır. Bunlar vesilesiyle sunacağımız bazı açıklamaların konuyu bütünüyle
kavramada eksik kalacağı muhakkaktır, mutlaka bâzı kelâm kitaplarına müracaat
etmek gerekli ve zarûrîdir.[1]
1. (3482)- Ebû Musa
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) aramızda
ayağa kalkıp şu beş cümleyi söyledi: "Allah Teâlâ uyumaz, zaten O'na uyku da yakışmaz.
Kıstı (tartıyı, rızkı) indirir ve kaldırır. Geceleyin yapılan amel, gündüzleyin
yapılandan önce; gündüzleyin yapılan amel de geceleyin yapılan amelden önce
Allah'a yükseltilir. O'nun hicabı
nurdur. Eğer o perdeyi açacak olsa, vechinin sübuhâtı, basarının ihâta ettiği
bütün mahlukatını yakardı."[2] AÇIKLAMA: Bu hadis, Cenâb-ı Hakk'ın bazı sıfatlarını zikretmektedir: 1- Uyumama Sıfatı: Bu, Kur'ân-ı Kerim'de: "O' nu ne
uyuklama tutar ne de uyku" (Bakara 255) diye ifade edilmiştir. Uyku ve
uyuklama bir kısım canlı mahluklarla ilgili bir sıfattır. Allah ise ondan
münezzehtir. Bu sıfat, Cenâb-ı Hakk'ın mahlukat üzerine her an tasarrufta
bulunduğunu ifade eder. Bu ilâhî ilginin bir an kesildiğini düşünmek, bütün varlık âleminin yokluğa
mahkûm edilmesi olur. 2- Kıst, tartı demektir. Rızk ma'nâsında kullanıldığı da kabul
edilmiştir. Allah'ın kıst'ı indirmesi, kulların amellerini tartarken,
rızıklarını verirken mizanın kefelerini kaldırıp indirmesidir. Bu
teşbihle, rızıkların taksim ve
takdirinin ferd ferd, ayrı ayrı yapıldığı ifade edilmiş olmaktadır. Bir bakıma
Cenâb-ı Hakk'ın uyanıklığının şümûlü böyle dile getirilmiş olmaktadır:
"Allah hiç kimsenin rızkından, amelinden gafil değildir, herbirini ayrı
ayrı tartar. Kefeler her ferd için iner, tartar, kalkar, öbürü için tekrar
iner..." Kıst'la rızık kastedilince, hadisin "...kısar, kaldırır"
yani, "rızkı bazılarına kısar (az verir), bazılarına kaldırır (çok verir)
ma'nâsına geldiği de söylenmiştir. 3- "Geceleyin yapılan amel gündüzleyin yapılandan önce...
Allah'a yükseltilir" cümlesi, her günün ameli günün sonunda, gecenin ameli
de gecenin sonunda ayrı ayrı Cenâb-ı Hakk'a arzedilir, ömrün hiç bir günü
hesapsız geçmez, her gününden Allah'a hesap vardır, demektir. Amelleri Allah'a
arz işini hafaza melekleri yapar; günlük olarak tuttukları amel defterini günün
(veya gecenin) sonunda Allah'a arz ederler. 4- Hicab, perde demektir. Allah, insanlara şah damarından daha
yakın olduğu halde, insanlar, araya giren perdeler sebebiyle Allah'tan
uzaktırlar, Zât-ı Zülcelâl'i göremezler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm),
Allah'la kul veya Hâlık'la mahluk arasındaki perdenin maddî olmayıp nurânî
olduğunu bildirmiştir. Bazı rivayetlerde nûr yerine, nâr denmiştir. Nûr'la nâr arasındaki fark veya nurânî ile maddî arasındaki fark nedir? Tam çözülmüş değildir. İlim ve tekniğin ilerlemesi bu hususlarda daha müteyakkız olmaya, Resûlullah'ın nur'la neyi kasdettiğini daha sağlıklı anlamaya yardımcı olmaktadır. Zira en son nazariyelere göre madde ışına (nur'a) dönüşebilmektedir. Şu halde nur, nar ve hatta madde müşterek bir öz'ün farklı kesafetteki temeyyüünden, esma-i ilâhîye' nin feyz-i ilahî suretinde farklı mertebelerdeki tecellisinden ibarettir. Hepsinin aslını, bazı hadislerde geldiği üzere, Nur-u Muhammedî (aleyhissalâtu vesselâm) denen bir ilk, bir irade-i kün teşkil etmektedir. Öyle ise hâlıkla mahluk arasındaki "hicab" izafî bir vakı'adır, Mahlûktan Hâlık'a perdedir, görülmesine manidir, Hâlık'tan mahluka nurdur, aydınlıktır, görmesine engel değildir. Allah "evvel"dir, "ahir"dir, "zâhir"dir, "bâtın"dır, her şeyi "bilen"dir. 5- Allah'ın vechi "Zât"ı demektir. Vech (yüz) birçok
dillerde olduğu gibi Arapçada dahi şahsın yani zâtın kendisini ifade eder.
Nitekim dilimizde de "yüzün ak veya kara olması" tabirinde şahsiyetin
tebriesi veya tezyifi kastedilir. Öyleyse Allah'ın vechi, Allah'ın zâtı
demektir ve basarının ihâtâsı tabiriyle bütün mümkinât yani mahluk âlem
kastedilmiştir. Zirâ O'nun basar ve ilmi bütün varlıkları kuşatır. Hiç bir şey
O'nun nazarından hâriç, ilminden dışarı değildir. 6- Subuhât'a gelince, bu kelime Sübha'nın cem'idir. Sübha,
lügat olarak tenzih, takdis ve tebrie gibi ma'nâlara gelir. Bu sebeple Cenâb-ı
Hakk'ın takdisine yönelik tahmid, tekbir, temcid, tehlil vs. her çeşit zikre
mecâzî olarak tesbih denir. Nafile ibâdetlerin, hadislerde çoğu kere Sübha kelimesiyle ifade
edilmesi, farzlardaki "tesbihât"ın nafile olmasından ileri gelir.
Kelimenin kök ma'nâsını ve hadisteki kullanılışını böylece anladıktan sonra
"subuhâtu Vechini" yani Allah'ın vechi'nin sübühatı tabirine
geçebiliriz. Allah'ın subuhatından murad, en-Nihâye'de kaydedildiği üzere
Allah'ın celâli ve azametidir. Bazı âlimler "Vechi'nin Ziyası"dır
demiştir. Sübühâtu'l-Vech'i, ayrıca "O'nun güzelliği" diye anlayan da
olmuştur. Bu görüş sahipleri kanaatlerini şöyle delillendirirler: "Sen
güzel yüzlü birini görünce Sübhanallah!"
dersin Bu tabiri "Allah'ın tenzihi" olarak yani "Vechi
mukaddestir, münezzehtir" şeklinde anlayan da olmuştur. Bunu, fiille
mef'ul arasında cümle-i mu'tarıza görüp ma'nâyı şöyle anlayan da olmuştur:
"Eğer onu açacak olsa basarının yetiştiği her şeyi yakardı." Bütün bu söylenenlerden daha makbul bir ma'nâ şöyle ifade
edilebilir: "Allah'ı kullara karşı perdeleyen nurlardan bir nur inkişaf
edecek olsa, bu nur, değeceği her şeyi helâk eder, tıpkı böyle bir inkişâfta
Hz. Musa'nın bayılıp düşmesi ve Allah'ın tecellî etmesiyle dağların parça parça
olması gibi." (Nihâye'den).[3]
2. (3483)- Hz. Ebû Hüreyre
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Sizden biri kardeşiyle dövüşünce yüze vurmaktan
sakınsın."[4]
Müslim'in rivayetinde şu ziyade var: "...Zira Allah Âdem'i
kendi suretinde yaratmıştır."[5] AÇIKLAMA: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) her hususta edeb beyan
etmiştir. Burada kavga yaparken bile riayet edilmesi gereken İslâmî edebi beyan
etmektedir: Yüze vurmamak... Bu yasak, tedib, ta'zir ve hatta hadd cezası uygulanması dahil
bütün darblara şâmildir. Nitekim, zina yapan bir kadının recmedilmesine hükmedince: "Taşlayın, fakat başa vurmaktan
sakının" ferman buyurmuştur. Şu halde, başa vurma yasağı, sadece başta
bulunan hassas organların zarara uğraması tehlikesini gözetmiyor. Çünkü, burada
kesinlikle ölüme mahkum olan birisi mevzubahistir. Öyleyse daha şümullü nokta-i
nazarlar vardır. İşte bunu hadisin Müslim'deki ziyadesinden anlıyoruz:
"Allah, Âdem'i kendi suretinde yaratmıştır." Kendi diye ifade
ettiğimiz zamir kime racidir? Bunu bazı şârihler madruba yani dövülene irca
etmiştir. Bazıları da Allah'a. Allah'a irca edenler, hadisin bir başka vechini
delil göstermiştir: "Allah Âdem'i,
Rahman suretinde yaratmıştır." Bu vecihte Allah'ı mahluka benzetme olduğu için bazı müşkilat çıkmıştır. Ama
te'vil yoluyla hadise, Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'in itikad esaslarına uygun "teşbih"ten
uzak bir ma'nâ verilmiştir: "Allah insanı Rahmân'da bulunan ilim, hayat,
semî, basar vs. sıfatlarla yarattı ve
bunlarla diğer mahluklardan üstün kıldı." Hadisin bu vechinin zayıf olduğunu iddia edenlere bu ma'nâyı teyiden gelen başka rivayetler
gösterilerek cevap verilmiştir: "Kim kavga yaparsa yüze vurmaktan
kaçınsın, zira insan yüzünün şekli, Rahman'ın yüzünün şekli gibidir"
"Allah senin yüzünü, sana benzeyenin yüzünü çirkin kılsın" demeyin.
Zira Allah, Âdem'i kendi suretinde yaratmıştır." "Sizden biri kavga
yaparsa yüzden sakınsın, zira Allah, Âdem'i kendi yüzünün suretinde
yaratmıştır." Sahâbe'den Süveyd İbu Mukarrin, bir adamın çocuğuna tokat
vurduğunugörünce şöyle demiştir: "Bilmez misin, yüz muhteremdir?" Bu mevzuya giren bazı açıklamalar 3382 numaralı hadiste geçmiştir.[6]
3. (3484)- Hz. Enes
(radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şu duayı
çok yapardı: "Ey kalbleri çeviren Allahım! Kalbimi dinin üzerine sâbit
kıl!" Ben (bir gün kendisine): "Ey Allah'ın resulü! biz sana ve senin getirdiklerine
inandık. Sen bizim hakkımızda korkuyor musun?" dedim. Bana şöyle cevap
verdi: "Evet! Kalpler, Rahmân'ın iki parmağı arasındadır. Onları istediği
gibi çevirir."[7]
AÇIKLAMA: 1- Hadiste zikredilen kalb, insan göğsünde yer alan ve etten
yaratılmış olan maddî kalb değildir. Çünkü bu, hayvanlarda da var. Kalbten
murad ruhânî bir latife-i Rabbaniyedir.
Bu latife insanın hakikatını teşkil eder: İdrak sâhibi emir ve yasağa muhatap,
yaptıklarından sorumlu olan bu latifenin eskiler, maddî kalple bir ilişkisi
bulunduğunu kabul etmiştir: Âlet kullananın o âletle ilgisi nevinden veya bir
yere yerleşinin o yerle olan ilgisi nevinden bir ilgi. 2- Kalbin itâat-isyan, huzurgaflet, imanküfür gibi pek değişik
halleri vardır. Sadedinde olduğumuz hadis, Cenâb-ı Hakk'ın kalb üzerindeki
tasarrufunu, kişiyi bu hallerden dilediğine çevirebileceğini belirtmektedir.
Allah hakkında bu inanç, İslâm itikadının gereğidir. Zira Allah'ın gücüne,
tasarrufuna hiçbir hudud konamaz. Aksini düşünmek acz nisbet etmek olur. Allah acz dahil hiçbir noksan
sıfatla muttasıf değildir. 3- Hz. Enes'in "...bizim hakkımızda korkuyor musun?"
sorusunun ma'nâsı şudur: "Senin bu sözün,
kendi hakkında söylenmemiş olmalıdır. Zira sen hataya ve zelleye karşı
ismete (korunmaya) mazharsın. Hususan din hususunda kalbin dönmesi mevzubahis
olamaz. Öyleyse bu duadan murad ümmetin
tâlimidir. Acaba sizde, bize Cenâb-ı Hakk'ın lutfettiği iman nimetinin
zevâli veya kemâlden noksana düşmesi endişesi mi var?" Resûlullah bu ma'nâyı taşıyan soruya, "Evet!" diye cevap
vermiş, ümmeti hakkında korkmakta olduğunu te'yid etmiştir: "Allah
kalbleri dilediği gibi çevirir." Tebliğci açısından son derece ehemmiyetli bir prensibi Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), bu hadiste vaz'etmiş olmaktadır: "İnsanın ne iman üzere, ne de fısk ve küfür üzere devamlılığı
yoktur." İnsan hâricî te'sirlerle her an değişebilir. Ne "ben
iyiyim" deyip hal-i hazır halimize güvenmeliyiz, ne de herhangi bir insan
için "Bu iyidir!" veya "Bu kötüdür!" diye kestirip
atmalıyız. Bugün için iyidir ama, yarın değişebilir. Öyle ise iyilik üzere devamı
için gayret gereklidir. Kötü de bugün kötüdür, ama düzelebilir, düzeltmek için
gayret göstermelidir. Yani insanlar hakkında kesin hüküm verip atâlete düşmemelidir.
İyiler kötüleşebilir, kötüler iyileşebilir. Zira kalb, değişkendir. Allah
dilediği gibi değiştirir. 4- Allah'a parmak nisbeti, müteşâbih bir ifadedir. Cenâb-ı
Hakk'ın zâtıyla ilgili bir kısım şuûnu anlayabilmemiz için bu çeşit teşbihlere
sıkça yer verilmiştir. Bu teşbihler hakikatı üzere alınmamalıdır. Müteahhir
ülemâ, kullanılış gayesine uygun bir ma'nâ ile tevil eder. Parmak burada
Allah'ın meşiet ve iradesini ifade etmek
için kullanılmıştır. Parmağın cemi değil de tesniye olması yani
"parmaklar" şeklinde değil de iki parmak şeklinde ifade edilmesi
Kudret-i Rabbaniyye'nin kalbte, "hayır" ve "şer" şeklinde
zuhur edeceğine işaret kabul edilmiştir. Keza "el" değil de "parmak" kelimesinin
kullanılması bir ma'nâ inceliği taşımaktadır. Zira parmak, küçüklüğü sebebiyle,
kalbi değiştirmede elden daha süratli, daha mâhirdir. Âlimler: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), Allah'ın bu husustaki sür'atini muhataplara daha iyi
duyurabilmek için parmak kelimesini tercih etmiştir" derler.[8]
AÇIKLAMA: Bu hadis, Ebû Dâvud'da Cehmiyye Fırkası'na reddiye olarak
kaydedilmiştir. Cehmiyye başlığını taşıyan bir bâbta yer alır. Hadis buraya
biraz özetlenerek alınmış. Nitekim aslında şöyle devam eder "...İbnu Yunus dedi ki: "Mukri dedi ki:
"Yani Allah işitici (semî) ve görücüdür (basîr), yani Allah'ın işitmesi ve
görmesi vardır." Yunus dedi ki: "Mukri dedi ki: "Bu, Cehmiyye'ye bir
reddir." Ebû Dâvud der ki: "Bu, Cehmiyye'ye reddir." Cehmiyye: Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'in dışında kalan sapık bir
fırkadır. Mensupları Allah'ın ezelî sıfatlarını nefyederler, ilaveten derler
ki: "Allah'a işitmek, görmek gibi mahlukata mahsus vasıflar izafe etmek,
Allah'ı kula benzetmektir, öyleyse Allah'a hayy (diri), âlim, mütekellim
(konuşan) gibi sıfatlar nisbet edilemez. Çünkü bu sıfatlar insanlarda da
vardır." Onlara göre Allah'a kâdir, hâlık, fâil, muhyi, mümît gibi sıfatlar verilmelidir. Çünkü
onların iddiasına göre, "mahlukat bu sıfatlarla tavsif edilemezler."
Buradan da anlaşılacağı üzere Cehmiyye, insanın bir şey yapmaya kâdir
olmadığını, Allah tarafından yazılmış ve yaratılmış fiilleri yapmaya mecbur
olduğunu iddia eder. Ayrıca Kur'an'ın mahlûk olduğunu söyler. Asıl mevzuumuza gelecek olursak, sadedinde olduumuz hadiste
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), âyette "Şüphesiz Allah işitir ve
görür" ibaresini okuyunca, kulak ve gözüne işaret buyurmuş olmakta,
böylece Allah'ın işitme ve görme fiillerine sahip olduğunu ikrar etmiş
olmaktadır. Bu davranışta, insanlarda mevcut sıfatları Allah'tan nefyeden
Cehmiyye fırkasına bir nevi reddiye olacağı açıktır. Hattâbî der ki: "Resûlullah'ın "Allah işitici ve
görücü.." meâlindeki ibâreyi okuyunca parmaklarını kulak ve göz üzerine
koymasının ma'nâsı, Allah Teâlâ
Hazretlerini görme ve işitme fiillerini isbattır, göz ve kulağı değil.
Çünkü bunlar organdır. Allah organ sâhibi olmamakla mevsuftur. Çünkü O, insanlara
mahsus sıfat ve vasıflardan münezzehtir. Allah organ sâhibi, cüz sahibi,
kısımlar sahibi değildir. "O'nun benzeri yoktur. O semî ve basîrdir. Bazı Ehl-i Sünnet ulemâsı, Hattâbî'ye bu sözü sebebiyle karşı
çıkmış ve demiştir ki: "Hattâbî'nin, "Allah Teâlâ Hazretlerine ...
göz ve kulak'ı isbat değildir" sözü tahkik ehlinin sözü değildir. Ehl-i
tahkik, Allah Teâlâ Hazretlerini, kendisi ve Resûlü tarafından zât-ı ilâhi'yi
tavsifte kullanılmış olan vasıflarla tavsif edenler, Allah için, Kur'an ve Sünnette gelmemiş olan vasıflar uydurmazlar.
Nitekim Allah Teâlâ Hazretleri kendisini
şöyle tavsif eder: "(Ey Mûsa! Gözümün önünde yetişesin diye seni sevimli
kıldım" (Tâ-Hâ 39); "Nezaretimiz ve vahyimiz altında gemiyi yap"
(Hud 37). Hattâbî'nin; "Allah organ sahibi, cüz sahibi, kısımlar sahibi
değildir" ifadesi bid'a ve uydurma bir sözdür. Bunu Seleften hiç kimse, ne nefiy ne de isbat
maksadıyla söylememiştir. Bilakis, onlar Allah'ı, kendisinin nefsini vasfettiği
sıfatlarla tavsif etmişler, sükut ettiği şeylerde de sükut etmişlerdir. Bu
tavsifi yaparken nasıl olduğunu (keyfiyet) söylememişler, temsil getirmemişler,
Allah'ı bir mahluka da benzetmemişlerdir. Kim O'nu mahluka benzetirse kâfir
olur. Ne Allah'ın kendini tavsifi, ne de Resulünün O'nu tavsifi teşbih değildir.
Allah'a işitme ve görme sıfatlarının isbatı haktır." Hemen belirtelim ki burada atıfta bulunulan Selef görüşüne göre,
Kur'an'da Allah'a nisbet edilen bütün sıfatlar "nasıl?" denmeksizin
haktır. Âyette, وَيبْْقى
وَجْهُ
رَبِّكَ dendiğine göre O'nun vechi (yüzü) vardır.
Âyette خَلَقْتُ
بِيَدَىَّ dendiğine göre O'nun iki eli vardır.
Âyette, تَجْرِى
بِاَعْيُنِنَا denildiğine göre O'nun gözü vardır.
Âyette, وَجَاءَ
رَبُّكَ
وَالْمَلَكُ
صَفّاً
صَفّاً
dendiğine göre O kıyamet günü gelecektir. Hadiste ifade edildiği
üzere Allah dünya semasına iner. Selef, "âyette ve hadiste gelen bu vasıflara inanırız, nasıl
olduğunu sormayız, bunlardan gerçek muradı Allah bilir, biz bir fikir beyan
etmeyiz" ma'nâsında açıklamalar yaparlar. Şüphesiz burada ulemâ arasında cereyan eden kelâmî münakaşanın
teferruatına girmeyeceğiz. Ancak Selefin nokta-i nazarını kavramada yardımcı
olacak ve yine teşbih meselelerine giren Allah'ın Arş üzerine istîvası ile
ilgili olarak izhar edilen birkaç beyan daha nakledeceğiz: İbnu Hacer
Fethu'l-Bâri'de Ümmü Seleme'den şu rivayeti kaydeder: "İstiva[10] (Kur'anda zikredildiğine
göre) meçhul değil, nasıl olduğu ma'kul (anlaşılır) değil, bunu ikrar (kabul)
etmek imandır, inkârı da küfürdür." Rebîa İbnu Ebî Abdirrahmân tarîkinden gelen rivayete göre,
Allah'ın Arş'a nasıl istîva ettiği sorulmuş, o şu cevabı vermiştir:
"İstîva meçhul değildir, nasıl olduğu makul değildir, Allah'a risalet,
Peygamberlerine tebliğ, bize de teslim düşmektedir." Evzâî de şöyle söylemiştir: "Biz ve Tâbiîn sayıca çoktuk.
Şunu söylerdik: "Allah Arş'ındadır, biz sünnette Allah hakkında vârid olan
sıfatlara inanırız." Bir başka tarîkte Evzâî şöyle anlatır: "Kendisinden, ثُمَّ
اسْتَوى عَلى
الْعَرْشِ âyeti hakkında sorulmuştu şu cevabı
verdi: "O, nefsini kendi vasfettiği şekildedir." Beyhakî'nin bir kaydına göre Abdullah İbnu Vehb anlatıyor:
"Biz İmam Mâlik'in yanında idik. Bir adam yanına girerek: "Ey Ebû
Abdillah, اَلرَّحْمنِ
عَلى
الْعَرْشِ
اسْتَوى buyruluyor. Allah nasıl istiva etti?"
dedi. İmam Mâlik başını eğip bir miktar düşündü; derken birden bir ter bastı.
Sonra başını kaldırıp: "Rahman, kendini vasfettiği şekilde Arş üzerine istivâ
etmiştir. Bu nasıl oldu? denmez. Nasıllık O'ndan kaldırılmıştır. Zannımca sen
mutlaka bid'at sahibi birisisin!" der ve adamın meclisten çıkarılmasını
emreder. İmam Mâlik'ten bir başka rivayet, onun şöyle söylediğini bildirir:
"...O'nu ikrar vacibtir, ondan sual bid'attir." Şu halde Cehmiyye fırkası, Ehl-i Sünnet'in kaydedilen mezkur ikrarına karşı çıkıp bunun teşbih oldugunu, yani
Allah'ı insanlara benzetmek olduğunu söylemiştir. İshak İbnu Râhûye: "Bu teşbih değildir. Eğer dersek ki
"Allah'ın bizimki gibi bir eli
vardır"; işte o zaman teşbih olur" diyerek Cehmîlere cevap vermiştir. Sevrî, Mâlik, İbnu Uyeyne, İbnu'l-Mubârek gibi Selef büyükleri
bilittifak: "Bu hadislere, herhangi bir tefsir ilâve etmeksizin
inanırız" demişlerdir. İbnu Abdilberr der ki: "Ehl-i Sünnet, Allah hakkında Kitap ve
Sünnette gelen bu sıfatları ikrarda icmâ ederler, bunlardan hiçbirine keyfiyet
(yani "nasıl oldukları hususunda yorum") nisbet etmezler. Fakat Cehmiyye, Mûtezile ve
Hâricîler: "Kim bu isimleri ikrar ederse Allah'ı insanlara benzetmiş
olur" demişlerdir. Selef'in, müteşâbihât karşısında kemâl mertebesinde bir imân
gerektiren bu nokta-i nazarı, bilhassa Yunan felsefesinin, entellektüel
çevrelerde yaygınlık kazanmasıyla her meselenin aklî izahlarının araştırıldığı
muahhar zamanlarda imanı zayıflamış, teslimiyeti azalmış insanları tatmin etmez hale gelmiştir. Bu durum, ulemâyı
müteşâbihât karşısında farklı bir yaklaşıma sevketmiştir: Te'vîl... Müteahhirûn dediğimiz Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat ulemâsı, neticede
Allah'ı insanlara benzeten müteşâbih
âyetleri Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat inancına muvafık bir kısım
açıklamalara tâbi tutmuşlardır. Meselâ
Gazalî'ye göre, Allah'a el, yüz, parmak ve suret gibi insana benzemeyi veya
maddî olmayı gerektiren âyet ve hadisleri dinleyen kimse, bu sözlerden iki
ma'nânın kastedilmiş olacağını bilmelidir. 1) Ya kelimenin lügat ma'nâsı alınır: Bu durumda Allah'a madde
ve cisim nisbet edilmiş ve Allah mahlukata benzetilmiş olacak. Kur'an'da
Allah'ın hiç bir benzerinin olmadığı ifade edildiğine göre bu ma'nâ kastedilmiş olamaz. 2) Ya da kelime istiare maksadıyla kullanılır: Bu durumda
meselâ el ile başka bir ma'nâ kastedilmiştir ve o ma'nâ cisim değildir. Nitekim
"Memleket emîrin elindedir" dendiği zaman burada istiare yapılır.
Sözgelimi emirin eli kesik bile olsa, söylenen söz doğrudur ve kastedilen
ma'nâ anlaşılır. Öyleyse âyet ve
hadislerde Allah'la ilgili olarak, teşbih ifade eden, şekil ve madde hatıra
getiren kelimeler lügat ma'nâsında kullanılmış değildir, isti'aredir. O
kelimelerin dilde cârî mecâzî ma'nâları anlaşılmalıdır. İşte müteahhir ülemanın, Cenâb-ı Hakk'ın şuûnatıyla ilgili olarak
âyet ve hadislerde gelen bir kısım ibareleri İslâm itikadına uygun aklî
açıklamalara kavuşturma işine te'vil denmiştir. İmam Mâturidî, İmam Eş'arî ve
İmam Gazalî tarafından işlenen bu metod ümmetce benimsenmiştir.[11] [1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/284-285. [2] Müslim, İman: 293 (179); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/286. [3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/286-287. [4] Buhârî, Itk: 20; Müslim,
Birr: 112, (2612). [5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/288. [6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/288-289. [7] Tirmizî, Kader: 7, (2141); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/289. [8] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/289-290. [9] Ebû Dâvud, Sünnet: 19, (4728); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/290-291. [10] İstiva ارَّحْمَنُ
عَلَى
الْعَرْشِ
اسْتَوَى âyetinde haber verilen hakikattır. Allah'ın Arş'a
istîvası, Allah'ı mekân izâfe etme mânâsına geldiği için ciddî tartışmalar
cereyan eden bir meseledir. Kaydettiğimiz rivâyet Selefin bu meseledeki tavrını
aydınlatır.
Kaynak: En iyi Bilgi Dünya ve Ahiret Saadeti Sağlayan Bilgidir Eraykitap ilmin kisa yolu İLİM BÖLÜMÜ / BÖLÜM: 10 Ø HADİSLERİ İNKAR EDENLER DE OLACAK MI? HADİS NO: 2663 / DEVAMI İÇİN BKZ... |