FIKHÎ
KAİDELER..
3
1.
«Bir İşten Maksat Ne İse Hüküm Ona Göredir.».
3
2. Akidlerde
İtibar Maksad Ve Mânayadır; Elfaz Ve Mebâniye Değildir.
3
3. Yakın (Kesinlik İfade Eden Şey) Şüphe İle Zail
Olmaz.
3
4.
Bir Şeyin Bulunduğu Hal Üzere Kalması Asıldır.
4
5.
Kadîm Kademi Üzere Terk Olunur.
4
6.
Zarar Kadîm Olmaz.
5
7.
Beraati Zimmet Asıldır.
5
8.
Arızî Sıfatlarda Aslolan Ademdir.
5
9.
Bir Zamanda Sabit Olan Şeyin Hilâfına Delil Olmadıkça Bakasiyl Hükmolunur.
6
10. Yeni
Meydana Gelen Bir Olayın Hâle (Şimdiki Zamana) En Yakın Vakte İzafesi Asıldır.
6
11. Kelâmda
Aslolan Mâna-Yı Hakîkîdir.
6
12.
Sarahat Karşısında Delâlete İtibar Yoktur.
7
13. Mevrid-i
Nasd A İçtihada Mesağ Yoktur.
7
14.
Kıyasa Aykırı Olarak Sabit Olan Şey Başka Şeye Makîsün Aleyh Olamaz.
8
15.
İctihadla İctihad Nakz Olunmaz.
8
16. Meşakkat
Kolaylığı Celbeder.
8
17. Bir İş Daralınca Genişlemeye Yüz Tutar.
9
18.
Zarar Ve Mukabele-i Bizzarar Yoktur.
9
19.
Zarar İzâle Olunur.
9
20.
Zaruretler Mahzurlu Şeyleri Mubah Kılar.
10
21.
Zaruretler Kendi Miktarınca Takdir Olunur.
10
22.
Bir Özür İçin Caiz Olan Şey, O Özrün Zeva Liyle Bâtıl Olur, (Hükümsüz Kalır),
10
23.
Mâni' Zail Oldukta Memnît Avdet Eder.
11
24.
Bir Zarar Kendi Misliyle İzale Olunmaz.
11
25.
Zararı Âmmı Defi' İçin Zararı Hass İhtiyar Olunur.
12
26. Zararı Eşed, Zararı Ahaf İle İzale Olunur.
12
27.
İki Fesad Taarüz Ettikde Ahaffini İrtikâb İle Azaminin Çaresine Bakılır.
12
28. İki Şerden Ehven Olanı İhtiyar Olunur.
12
29. Def'i Mefâsid, Celb-i Menfaatten Evlâdır.
13
30. Zarar İmkân Nisbetinde Giderilir.
13
31. Hacet
Umumi Olsun, Hususi Olsun Zaruret Menzilesine Tenzil Olunur.
13
32. İztirar Gayrin Hakkını İbtal Etmez.
14
33. Alınması Yasak (Haram) Olan Şey'in Verilmesi
De Yasaktır.
14
34. İşlenmesi Yasak Olan Şeyin İstenmesi De
Yasaktır.
14
35. Âdet Muharremdir:
14
36:
Nâsın İstimali Bir Hüccettir Ki, Onunla Amel Vâcib Olur.
15
37.
Âdeten Mümteni' Olan Şey, Hakikaten Mümteni' Gibidir..
15
38. Zamanın
Değişmesiyle Ahkamın Değişmesi İnkâr Olunmaz.
15
39.
Âdetin Delaletiyle Hakikî Mâna Terk Olunur...
16
40.
Adet Ancak Muttarid Yahut Gaalip Oldukta Muteber Olur.
16
41.
İtibar Galibi Şayiadır; Nadire Değildir.
16
42.
Örfen Maruf Olan Şey Şart Kılınmış Gibidir.
17
43.
Ticaret Erbabı Arasında Mâruf Olan Şey, Onlar Arasında Şart Kılınmış Gibidir.
17
44.
Örf İle Tayîn, Nass İle Tayın Gibidir.
17
45. Mâni
Ve Muktazi Taaruz Ettikte Mâni' Takdim Olunur.
17
46.
Vücudde Bir Şeye Tâbi' Olan Hükümde Dahi Ona Tâbi' Olur.
18
47. Tabi'
Olan Şeye Ayrıca Hüküm Verilmez.
18
48.
Bir Şeye Mâlik Olan Kimse Onun Zaruriya-Tından Olan Şey'e De Mâlik Olur.
18
49. Asıl
Sakıt Oldukta Feri De Sakıt Olur.
18
50. Sakıt Olan Şey Dönmez, Yani Giden Geri
Gelmez.
19
51.
Bir Şey Bâtıl Oldukta (Hükümsüz Kaldıkta) Onun Zımnındaki Şey De Bâtıl Olur.
19
52.
Aslın İfası (Yerine Getirilmesi) Kabul Olmadığı Halde Bedeli İfa Olunur.
19
53.
Bizzat Tecviz Olunmayan Şey Bitteba' Tecviz Olunabilir.
20
54. İbtidaen
Tecviz Olunmayan Şey Bakaen Tecviz Olunabilir.
20
55.
Teberru, Ancak Kabz (Teslim Almak)la Tamam Olur.
20
56.
Liderin Halk Üzerindeki Tasarrufu Maslahata Bağlı ve Ona Dayanır.
20
57. Velayeti
Hasse, Velayeti Ammeden Akvadır.
21
58.
Sözün İmâli İhmalinden Evlâdır.
21
59.
Hakikî Mâna Mümkün Olmadığında Mecaze Gidilir.
21
60.
Bîr Kelâmın Î'mâli Mümkün Değilse İhmâl Olunur.
21
61. Mütecezzî
Olmayan Bir Şeyin Bir Kısmını Zikretmek Tümünü Zikretmek Gibidir.
22
62.
Mutlak Îtlâkı Üzere Carî Olur; Meğer Kî Nassan Veya Delâleten Takyîdî
Delil Buluna..
22
63.
Hazırdaki Vasıf Lağv, Gâibdeki Vasıf Muteberdir.
22
64.
Sual, Cevapta İade Olunmuş Sayılır.
23
65.
Sâkite Bir Söz İsnad Edilemez.
23
66. Bir
Şey'in Umur-i Bâtınede Delili, O Şey'in Yerine Geçer.
23
67. Yazı
İle Beyan, Sözle Beyan Gibidir..
24
68. Dilsizin Bilinen İşareti, Dil İle Beyan
Gibidir.
24
69. Tercümanın Sözü Her Hususta Kabul Olunur.
24
70. Hatâsı Zahir Olan /Anne İtibar Yoktur.
24
71. Delilden Meydana Gelen İhtimal Karşısında Hüccet
Kalmaz.
25
72. Tevehhüme İtibar Yoktur.
25
73. Burhan İle Sabit Olan Şey Aynen Sabit
Gibidir.
25
74. Beyyine
Müddei İçin Yemin İnkâr Eden Üzerinedir.
26
75.
Beyyine Hücceti Müteaddiye; İkrar İse Hüccet-i Kasıradır.
26
76. Kişi
İkrariyle İlzam Olunur.
26
77.
Tenakuz İle Hüccet Kalmaz.
27
78. Asıl
Sabit Olmadığı Halde Ferin Sabit Olduğu Vardır.
27
79. Şartın Sübutu Halinde Ona Bağlı Olan Şeyin De
Sübutu Lâzım Gelir.
27
80.
İmkân Nisbetinde Şarta Riayet Olunur.
28
81.
Va'dler, Sureti Taliki
İktibas İle Lâzım Olur.
28
82.
Bir Şeyin Nef'i, Damanı Mukabelesindedir
28
83. Ücret
İle Daman Cem' Olmaz.
28
84. Mazarrat,
Menfaat Karşılığındadır.
28
85. Külfet Nimete, Nîmet De Külfete Göredir
29
86. Bir Fiilin Hükmü Failine Muzaf Kılınır; Ve
Mücbir Sebep Olmadıkça Âmirine.
29
Muzaf
Kılınmaz.
29
87. Bizzat Fiili İşleyen Fail İle Fiile Sebeb
Olan (Müteşebbis) Birleştiğinde, Hüküm..
29
O
Faile İzafe Edilir.
29
88. Şer'î Cevaz Tazmine Aykırıdır.
29
89. Bir Fiili Bizzat İşliyen, Bunu Kasden Yapmasa
Bile Yine De Tazmin Gerekir.
30
90. Mütesebbib (Bir Fiile Sebeb Olan Kimse) Kasden
O Fiili İşlemedikçe Kendisine Tazmin Gerekmez.
30
91. Hayvanın Kendiliğinden Olarak Yaptığı Cinayet
Ve Zararı Hederdir.
30
92. Başkasının Mülkünde Tasarrufla Emretmek Bâtıldır.
30
93. Meşru Bir Sebeb Olmaksızın Başkasının Malını
Almak Caiz Değildir.
30
94 Bir Şeyde Temellük Sebebinin Değişmesi, O
Şeyin Değişmesi Yerine Geçer.
30
95. Kim Ki Bir Şeyi Vaktinden Evvel İstical Eyler
İse Mahrumiyetle Muâtab Olunur.
31
96. Her Kim Ki Kendi Tarafından Tamam Olan Şeyi
Nakza Say Ederse Sayi Merduttur.
31
97. Hak Muhteremdir Ve Korunması Vacibdir.
31
98. Mubah İle Herkes İntifa Edebilir.
31
99. Herkes Kendi Mülkünde İstediği Gibi Tasarruf
Eder.
31
100.
Zahir Olan Sözlerin Te'vil Ve Tefsire İhtiyacı Yoktur.
31
101. Vefatla Zimmet Zail Olur.
31
102. Bir Özür İçin Caiz Olan Şey O Özrün Ortadan
Kalkmasıyla Hükümsüz Olur.
31
Literatür/Fıkhı
Kaideler:
32
Açıklaması:
— Bir iş üzerine
terettüp edecek hüküm; o işten maksad ne ise ona göre olur. Meselâ :
a) Bir şey
hem helâllik hem de haramlık vasfını taşıyorsa bunlardan hangisi kastedilerek
işlenmişse, ona göre hüküm alır. Yerde bulunan bir eşyayı, sahibini bulup
vermek için almak helâldir. Kendine mal etmek için almak haramdır.
b) Kurulan çadıra bir av hayvanı takılıp kalırsa, bakılır: Eğer çadır bu
maksatla kurulmuşsa, takılan hayvan çadır sahibinin olur; bu maksadla değilse
ona sahip olamaz.
Yapılan bir akidde
,kasdedilen mânâ başka, lâfız da başka olursa, itibar mânayadır. Meselâ:
a) Beş gram
altını 4,5 gram
altınla değiştirme muamelesi «beyi' aiım-satım» ismi altında cereyan etse bile
bu, mânâ yönünden «ribâ-fâiz» muamelesine girdiğinden caiz değildir.
b) Vefâen beyi'de «rehin» hükmü câri olur. Çünkü, bir malı
kararlaştırılan şartlara göre semen ve mebi' (malın değeri olan para ve satışı
yapılan mal) tekrar iade edilmek üzere satışını yapmaya, her ne kadar lâfız
yönünden «bey'i bi'1-vefâ» deniliyorsa da, mâna yönünden «rehin» muamelesine
girdiği için, bunda rehin hükmü câridir. Bir nev'i ipotek olup borcu te'mi-nata
bağlamaktır.
Meselâ:
—
(A)nın (B) üzerinde 1000 lira alacağı var. (B) bu borcu (A) ya ödediğine dair
hüccet ve delil gösteriyor. <"A) da hâlâ 1000 lira (B)'de alacağı
olduğuna hücvet ve delil gösteriyor. Bu durumda (A)nın delili, bu alacağının
diğer 1000 lira alacağını (B) Ödedikten sonra yenilendiğini beyyine ile isbat
etmedikçe kabul olunmaz. Çünkü, Beyyine huccet-i kaviye demektir ki, şehadet
ikrar ve yeminden nükûle şâmildir. (B) nin bu borcu ödediğini delile dayanarak
söylemesi yakîn (kesin bilgi) ifade eder. (A) nın iddiası ise, her ne kadar
delile dayansa da şüphe ifâde eder.
Bir şey bulunduğu,
tesbit edildiği zamanda ne hal üzere ise, aksine bir delil sabit olmadıkça, o
hal üzere kalması, değişikliğe uğramaması asıldır; ona göre hüküm verilir.
Bilindiği gibi, eşya
zamanla değişir, değişikliğe uğrayabi lir. Her değişmeği bir hâdise meydana
getirir. Fakat bir şey'in bulunduğu hal üzere kalması muhakkak, değişime
uğraması ise muhtemeldir. Bu bakımdan muhakkak olan hal, muhtemel olan hâle
nazaran önde gelir.
Meselâ:
a) Bir şahıs
uzun müddet kaybolur; sağ veva ölü olduğuna dair kesin bir bilgi elde
edilmezse, Hanefîlere göre 90 yaşını
bitirinceye kadar onun sağ bulunduğuna
hükmedilir ve buna göre mîras ve bâzı hususlar da dikkate alınır.
b) Evin bir kısmı satıldıktan sonra, biri o kısma şerik (ortak) olduğunu
iddia ederek şuf'a talebinde bulunur, müşteri de elinde satın aldığı kısım
hakkındaki bu iddiayı inkâr vercd ederse, müşterinin sözü asıl olarak kabul
olunur; şuf'a iddiası ise ancak delil ve hüccet ile sübut bulur. Çünkü burada
asıl olan satılan kısmında başkasının şüf'adar olmamasıdır ve böylece o,
bulunduğu hal üzere kalır.
Çünkü bu hususta asıî
olan bir şey'i bulunduğu hal üzcic bırakmaktır.
Bir şey'in ötedenberi
devam edegeldiği hal, onun o hal ü/.e-re meşruiyetine delil sayılır. Zira bu
kaide esas tutulmayacak olursa, birçok tarihî kıymetler bulunduğu hal üzere
bırakılmama ve böylece asliyetini kaybetme tehlikesiyle başbaşa kalır.
Meselâ:
a) Vakıf
olduğu bilinen, fakat vakfiyesi ve vakıf şartı tes-bit edilmiyen bir vakfın
gailesi (geliri) ötedenberi nereye sar-fediliyor ve nasıl kullanılıyorsa öylece
dokunulmadan devam eder; dokunulmaz.
b) Tarla sahibi Ötedenberi tarlasının içinden geçen yol veya suyu
kaldırmak istese veya yoldan ve sudan istifade edenlere mâni' olmak istese,
bakılır: Eğer Ötedenberi bunun böyle devam edip geldiği isbat edilirse, kademi
üzere kalır; tarîa sahibinin müdahalesi men'edilir.
Genel olarak zararlı
bilinen şeylerin işlenip yapılmasına cevaz verilmez. Bu, hemen hemen her devir
ve idare sisteminde böyledir. Müstesna olarak, böyle bir şey'e müsamaha edilmiş
veya yapılırken görülmemişse, umumî kaideyi bozmıyaca-ğından kademine
bakılmaksızın kaldırılır.
Meselâ:
a) Birine
ait ağaç yola sarkmış, gelip geçenlere zarar veriyorsa, bu ağaç bir asır önce
bile buraya dikildiği isbat edilse bile, kesilir. Çünkü zarar kadîm olamaz.
b) Bir evin lâğım veya mutfak sujoı sokağa açıktan akıyor; gelip
geçenlere zarar veriyor, komşuların sıhhatim bozuyorsa, ev yapıldı yapılalı
bu.suyun sokağa aktığı isbat edilse bile, derhal kaldırılır.
Suç sonradan işlenir.
İnsan önce suçlu değildir; sonra bir sebeb ve fiilden dolayı suçlu olabilir.
Meselâ:
a) Hırsızlık
suçu iddiasiyle hâkimin huzuruna çıkarılan kimse hakkında ilk düşünülen
husus, hırsız olmamasıdır. Hırsız olduğu beyyine ile isbat edilmedikçe suçsuz
olduğu kanaa-tına varılarak serbest bırakılır. Çünkü berâet-i zimmet asıldır.
b) Bir kimse bir diğerinin malını telef eder de o malın miktarında
ihtilâfa düşerlerse, mal sahibi iddia ettiği fazlalığı isbat edemediği
takdirde, söz, o malı telef edenindir. Yani onun sözü kabul edilip hüküm
verilir.
Genel olarak sıfat
ikiye ayrılır: biri aslî ,diğeri arızî. Aslî olan sıfat hayat, bekâret gibi
mevsufla birlikte var olan şey-ierdir. Arızî olan sıfat, mevsufla birlikte var
olmayıp sonradan ölüm, hastalık, dulluk
gibi arız ola şeylerdir.
Meselâ:
a) Müdârebe
şirketinde kâr sağlanıp sağlanmadığı ihtilâf konusu olursa, ademi (kâr
sağlanmadığı) asıl olduğuna göre söz müdâribindir; sermaye sahibi ise kâr
sağlandığım isbata muhtaç olur.
b) Öîen kimsenin vârisleri, (meselâ oğulları) babamız şu yerdeki tarlayı,
(A) ya, şuuruna sahip olmadığı bir zamanda satmıştır, diye davacı olsalar, (A)
da bunun aksini (yâni şuuru yerindeyken sattı) iddia etse, beyyine davacıya
aittir. Çünkü asıl olan şuurlu bir halde satışın yapılmasıdır. Bunama ve gayri
şuurî hal, hareket ve sözler arızîdir.
Az yukarıda da
belirtildiği gibi kadîm kıdemi üzere terk olunur. Çünkü bu hususta aslolan, bir
şey'i bulunduğu hal üzere bırakmaktır.
Meselâ:
a) Bir
zamanda bir yerin (A) ye ait olduğu, onun mülkiyeti altında bulunduğu sabit
olduğu takdirde, mülkiyeti izâle eder bir hal sübut bulmadıkça o yerin
ötedenberi mülkiyeti altında bulunduran (A) ya ait olduğuyla hükmolunur.
b) Bir
kadının ölen (B)ye vâris olduğunu iddia edip davacı olması halinde bakılır:
Kadın
(B) nin nikâhlı karısı ise, onu boşadığma dair bey-yine olmadıkça, iddiası
kabul edilip (B) ye varis olacağına hükmedilir.
Sonradan meydana gelen
bir olayın ne zaman meydana geldiğinde ihtilâf edilirse, uzak bir zamanda
vuku' bulduğu isbat edilmezse, şimdiki zamana en yakın olan vakte izafe
olunarak hükme bağlanır.
Meselâ:
a)
Ahm-satımda akid yapılırken alıcı için (hiyâr-ı Şart)a (Pişman olma müddeti)
yer verilir ve sonra bu akdi alıcı bozmak ister de hiyar-ı şartın müddetinin
bitip bitmediğinde ihtilâfa düşerlerse, fesh zamanı hâle en yakın olan vakte
izafe edilir ve muhayyer olan alıcıya (ki bunun muayyen müddeti içinde
feshettiğini iddia ediyordu) beyyine düşer.
b) (A) ölmeden Önce (B) benim vârisimdir diye ikrarda bulunur ve sonra
ölürse, (B) ile (A) nın vârisleri bu ikrarın sıhhatli iken mi, yoksa ölüm
hastalığında mı edildiği üzerinde ihtilâfa düşerlerse, burada vârislerin sözüne
itibar edilir; bey-yine de (B) ye düşer.
Kelimenin delâlet
ettiği hakikî mânaya göre hükme varılır; karine olmadıkça mecâz-ı mânaya veya
tağlîb kaidesine göre mâna çıkarmaya gidilmez.
Meselâ :
a) Bir kimse
oğlu için birşeyler vasiyet ederse, oğlunun oğlu buna girmez. Çünkü kelimenin
hakikî mânası oğlu ifâde ediyor; torunu değil.
b) (A) Şu kadar malımı
evlâdıma vakfettim» dedikten sonra ölürse, (A) nın erkek ve kız
bütün çocukları buna girer, çünkü örf en «evlâd» kelimesi umumiyetle erkek ve
kız çocuklarına delâlet eder; yâni mâna-yı hakikîsi budur.
Sözle bir şeyi irâde
etmek sarahattir. Fiil veya sükût ile irâde etmek, delâlettir. Bir hususun
yapılmasında sarahatle delâlet arasında ihtilâf vuku bulursa, sarahatle amel
edilir. Çünkü delâlet sarahat gibi kesinlik ifâde etmez.
Meselâ;
a) Bir evde
misafir olarak bulunan topluluktan biri fculun-duğu evin aynasını alır bakar,
sonra diğer birine verir, derken ara yerde kırılırsa, hiç birisi buna zâmin
olmaz. Çünkü bu gibi hallerde delâleten müsaade vardır. Ama ev sahibi mevcut
hiç bir eşyaya dokunmayın veya aynaya falan dokunmayın demiş olsaydı, o zaman
delâletin hükmü kalmaz, sarih beyanla amel edilir ve aynayı kıranlar zâmin olurlardı.
b) Üçüncü bir şahıs (B) nin nam u hesabına fuzûlî olarak bir mal satın
alır, (B) de bu malın kendisine teslimini arzu ederse, bu akde (alım-satıma)
delâleten izin vermiş sayılır. Ama (B) kendi namına satın alınan malın reddini
emrettikten sonra kendisine teslimini irâde ederse red emri sarahat, teslim
etme iradesi ise delâlet ifâde ettiğinden, red emri ile amel olunur.
Yâni bir mes'ele
hakkında âvet veya hadîste kat'î bir beyân varsa, bu o mes'ele hakkında bir
nass sayılacağından artık o mes'ele hakkında içtihada cevaz yoktur. Çünkü
ictihad ancak kesin ve sarih olmayan mes'elelerde şâriin muradını arayıp
bulmak için meşru'dur.
Meselâ:
a) Hâkim,
boğazlanırken besmelenin kasden terkedildiği bir havvanın etinin satışına ve
yenilmesine cevaz verecek olurca,. her
ne kadar Şafiî mezhebinde buna cevaz
verilmişse de hâkimin bu hükmü infaz
edilmez.
b) Yine Hâkim, davacıyla dâvâlı arasındaki ihtilâfı hallederken, davacı,
dâvâlıda 1000 lira alacağı olduğunu iddia ediyor; davalı da bunu inkâr ediyor.
Hâkim davacıya yemin, dâvâlıya da beyyine teklif ederse, böyle bir içtihadın
hiç bir şer'î kıymeti yoktur. Çünkü Mütevâtir'hadîste: «Beyyine müddeîye
aittir; yemin de münkir üzerinedir» buyurulmuştur ki bu bir nassdir. Artık buna
karşı içtihada cevaz olmaz.
Genel kaideye aykırı
olarak sabit olan şey, istisna teşkil edeceğinden başka şey'e makîsün aleyh
olamaz. Yâni başka şey ona kıyas edilemez.
Meselâ :
a) Hazret-i
Peygamber (S.A.V.)in yalnız olarak Hüzeyme (R.A.)nin şehâdetini kabul buyurması
ve: «Hüzeyme kime şâ-hid olursa bu ona kâfidir!» ilâve etmesi gibi. Çünkü genel
kaide «iki erkek şâhid» dinletmektir. Kur'ân'da sarîh beyân vardır. O halde
Hüzeyme'nin yaptığı şahitliğin kabul edilmesi istisna teşkil eder; başkası ona
kıyas edilemez.
b) Müslüman erkekler ancak hür kadınlardan 4 tane ile evlenebilirler.
Kur'ânda bu kesin olarak tahdit edilmiştir. Demek ki genel kaide budur. Ama
Hz. Peygamber'in 9 kadınla evlenmesi istisna teşkil eder, başkası ona kıyasla
4'ten fazla kadınla evlenemez.
Yâni ictihad etme
seviyesinde olan bir müctehidin bir mesele hakkındaki içtihadım, diğer bir
müctehidin içtihadı bozamaz. Bu icmâ ile sabit olmuştur. Nitekim Ebûbekir
(R.A.) bâzı mes'elelerde ictihadda bulunup hükümler vermiştir. Hz. Ömer ona o
hükümlerde muhalefet etmiştir.
Bunun
gibi müctehid bir mes'ele hakkında hüküm verir, sonra bu husustaki içtihadını
değiştirecek olursa, evvelki ic-tihadiyle verilen hüküm bozulmaz.
Güçlük kolaylığa,
sıkıntı genişliğe yol açar: Darlık vaktinde genişlik gösterilmek gerekir.
Faizsiz ödeme, havale, hicir gibi birçok fıkhı mes'eleler bu asıl kaideye göre
hükme bağlanır.
Kolaylığı celbeden
meşakkatin tahfif sebebleri yedidir :
1.
Yolculuk..
2,
Hastalık..
3, İkrah
(Zorlama)
4.
Bilgisizlik..
5. Güçlük..
6. Umumî
belvâ..
7. Nakız.
Meselâ:
a) Selem usûlü. (Aiım-Satımda mebiin mevcut olması iktiza ederken, para
sıkıntısı çeken kimsenin ileride elde edeceği malı şimdiden satıp bedeli olan
parayı alması caiz görülmüştür.) Bu bir nevi ihtiyaç karşısında ruhsat olmuş
oluyor
Şöyle ki; bir işte
darlık ve meşakkat görülünce, genişlik ve ruhsat gösterilir. Bâzıları bu
hususta şöyle bir kaide zikreder: «Bir iş daralıp sıkışınca genişler.. Bir iş
fazla genişleyince de daralır..»
Gerçi bu kaide
yukarıdaki kaideden çıkarılmıştır; fakat arada bir takım ince farklar vardır.
Meselâ:
a) Borçlu
belirtilen vakitte borcunu ödiyemez de sıkıntıya düşerse, ona borcu
ödiyebilecek kadar geniş bir müddet verilir..
b) Nafaka vermekle yükümlü tutulan kimsenin malî durumu bozulur; tâyin
edilen miktarı ödemekten âciz kalırsa, kudretine göre bir imkân tanınır.
Başlangıçta başkasına
zarar verilmiyeceği gibi zarara zararla karşılıkta bulunmak da yasaktır. O
halde zarar; zarar ver-miyecek bir şekilde giderilir.
Meselâ:
a) Ev
komşusu, kendi evinin çatısını tamir ederken bitişiğindeki başkasına ait evin
çatısını tahrib eder veya kiremitlerini kıracak olursa, bu bir zarardır;
yapılmamalıydı. Ama kazara veya cehâleten olduğuna göre bu zarara zararla
mukabele edilmez Ancak mevcut zararın
telâfisi cihetine gidilir.
b) Umuma ait yoldan herkes geçebilir. Ama birisinin başkasının
geçeceğine engel olacak şekilde bir yüklü arabayı getirip yolun ortasına
bırakması yasaktır.. Bu vaziyete başkası da karşılık olsun diye onun yolunu
kapamaz.
Bu kaide yukarıdaki
kaidenin sonucu mahiyetindedir. Çünkü zarara zarar ile mukabele edilmiyeceğine
göre, mevcut zararı gidermek gerektir. Hazret-i Peygamber (S.A.V.) :
buvurmustur, vâni kişi kardeşine ne başlangıçta zarar verir, ne
de onun zararına karşılık bir zarar verir...
Fıkhın birçok
babları bu kaide
üzerine kurulmuştur: Ayıplı malı
reddetmek, pişmanlık, şüPa, kısas, hudut, keffaret V.S.
Meselâ:
Zarar mümkünse aynen,
değilse karşılığı ödettirilerek giderilir..
a) Zor ve
zulümle alınan bir malın, aynı muhafaza ediliyorsa aynen sahibine iade
ettirilir; bu surette, o malı zorla zimmetine geçiren, «ben onun kıymetini
vereyim» diyemez. Aynı muhafaza edilmiyorsa yâni telef olmuş veya itlaf edilmiş
ise,, misli varsa misliyle, değilse kıymetiyle ödenir.
b) Üzerine su bırakmak suretiyle tahrip edilip kullanılmaz hale getirilen
bir tarlada, zararı misliyle ödemek mümkün olmadığında bedeli cihetine
gidilir.
îslâmda zaruretler
tahdit edilmiştir.. Haramla karşı karşıya gelen kimse bu tahdit çerçevesine
giriyorsa, onu ihtiyaç nisbetinde kullanabilir; aksi halde caiz değildir.
Meselâ:
a) Kıtlık yıllarında Ölmüş bir hayvanın elinden
başka yiyecek bir şey bulunmaz da adam açlıktan ölmek tehlikesiyle karşı karşıya kalırsa,
Ölmiyecek kadar o etten yiyebilir. Bunun gibi susuzluktan ölüm tehlikesiyle
karşılaşırsa, ölmiyecek kadar şarap içebilir.
b) Silâh tehdidiyle, ölüm tehdidiyle küfre
zorlanan kimse, kalben mü'min olduğu halde elfaz-ı küfürden birini
söyliye-bilir.
Veya bir kimse, tehdit
ve cebir ile diğer bir kimsenin malım itlaf etse, bu işe zorlanan kimse mes'ul
tutulmaz. Çünkü arada cebir vardır; zarurî olarak bu yola tevessü! edilmiştir.
c) Açlıktan ölüm tehlikesi geçiren kimse, başkasına ait
olup sahibinin müsaadesini almadan
ileride bedelini ödemek niyetiyle malından öîmiyecek kadar alıp
yiyebilir.
Bu kaide yukarıdaki
kaidenin tamamlayıcısı mahiyetindedir. İşaret edildiği gibi, zarurî bir
sebeble mubah olan şey arı-cak zaruret miktarınca mubah olur; fazlası mubah
olmaz. Çünkü haramı mubah kılan cevaz illeti, zaruret miktarıyla kalkmış
olur; fazlası ise zarûretsiz alınmış olur.
Meselâ:
a) Soğuktan donmak üzere bulunan bir kimse,
tehlikeyi
atlatacak miktarda
başkasına ait odun veya yakıttan ileride
bedelini Ödemek niyetiyle kullanabilir;
fazlası ise haramdır.
b) Yukarıdaki kaidede geçen misallerden ikisi buna da misâl olur. .
Önce caiz olmıyan,
fakat bir özürden dolayı caiz olan şey, mevcut özrün ortadan kalkmasıyla
hükümsüz kalır. Meselâ :
a)
Vücudundaki bir hastalıktan dolayı su kullanamayan kimse, bu özründen dolayı
teyemmüm eder.. Ama mevcud hastalığın giderilmesiyle özür kalkmış olacağından
artık su ile ab-dest alınır; teyemmüm
edilmez.
Bunun gibi suyu
kullanmaya sıhhati müsaid olmakla beraber su bulamıyan kimse bu özründen
dolayı teyemmüm eder. Su bulununca da teyemmüm hükümsüz kalır. -
b) Şahitlik üzerine şahitlik.. Asıl şâhid hasta olur veya seferde
bulunursa, bir özre mebni şehâdet üzerine şehâdet caiz olur. Ama asıl olan
şâhid iyileşir veya seferden dönerse, o Za-man fer'in yâni asıl olmayan şahidin
şehâdeti bâtıl olur.
Bir şey'in sıhhat ve
cevazına mâni teşkil eden şey zail oldukta, memnu' (men'olunan şey) avdet
eder. Meselâ:
a) İki kız kardeşi bir kişi nikâhı altında
bulunduramaz. Şöyle ki (A) ile (B) kız kardeştirler. (C), (A) ile (B) den birisiyle
evlenebilir. Bu caizdir.. Fakat hangisiyle evlenirse, diğer muvakkaten
kendisine haram olur. Farzedelimvkif (C) (A) ile evlendi, bu takdirde, (A), (C)
nin (B) ile evlenmesine mâni teşkil
eder. (A) ölecek olursa (C), (B) ile evlenebilir. Çünkü mâni zail olmuştur.
b) Satm alman bir malda eski aybından başka yeni bir ayıp meydana gelirse
artık o malı eski aybından dolayı reddetmek caiz olmaz. Ancak yeni ayıp
kendiliğinden veya bir müdahale ile giderilirse, o takdirde «mâni' kalktığı
için memnu' avdet eder» kaidesince iadesi caiz olur
Zarar ne kendisinden
büyük bir zararla, ne de kendisine müsavi olacak bir zararla gidcrilmez. Belki,
kendisinden hafif bir zararla giderilmeye çalışılır.
— «İki serden en hafif olanı ihtiyar olunur.»
— «Büyük zarar, hafif bîr zararla giderilir.»
Kaideleri bunu açıklar..
Meselâ:
a) Mevcut
bir dükkânın yanında veya karşısında başka bir dükkân açılır ve bu sebeple ilk
dükkânın alış-verişinde bir azalma ve kesad başlar da sahibi zarara girdiğini
beyânla açılan dükkânın kapatılmasını isterse, bu dâva reddolunur ve ikinci
dükkân kapatılmaz.
b) Açlıktan ölüm derecesine gelen bir
kimse, diğerini ölümden kurtaracak kadar mevcut yiyeceğini alıp yiyemez. Çünkü zarar, kendi misliyle izâle
olunmaz.
Bu kaide, yukarıdaki
kaideyle birleşir ve onu açıklar mahiyettedir. Demekki, umuma zarar veren bir
şey'i şahsın zararına da olsa gidermek
lâzımdır.
Meselâ :
a) Birinin
evinin balkonu veya duvarı umuma ait yolu daraltıyor, gelip geçenlere zarar
veriyorsa, onu yıkıp kaldırmak şahsın
zararına da olsa vâcibdir.
b) Fahiş fiatla satılan bir mala rayiç koymak, yâni satış fiatmı tahdit
etmek her ne kadar satıcının zararmaysa
da, umumun menfaatini dikkate almak bakımından
gerekir.
Bu kaide de 23.
maddede geçen kaideyi açıklar mahiyettedir. Büyük ve daha tehlikeli zarar daha
hafif olan zararla giderilmeye çalışılır..
Meselâ :
a) Borcunu
ödem iyen veya vâcib olan nafakayı vermiyen kimse, ödeme imkânına sahipse
b) Bir tavuk kıymetli bir taş yutacak olursa bakılır; hangisinin kıymeti
fazlaysa, fazla kıymette olanın sahibi, az kıymetle olana zarar nisbetini
öder.
Fesadı gerektiren iki
şey gelip çatıştığında, zararı az olan dikkate alınıp en hafifi sayılarak
alınır.. Meselâ birbirine eşit iki belâ ile karşı karşıya gelen kimse bu
ikisinden dilediğini seçip kabullenir. Eşit olmadığ takdirde ise en hafif
olanını alır.
Meselâ:
a) Başında yara bulunan kimse bu vaziyette secde edecek olursa, yarası
akıntı yapıp tehlike arzederse, baş işaretiyle secdeleri yerine getirir; fakat
namazı terketmez. Çünkü secdeyi lerketmek, namazı terketmekten daha hafiftir.
Nitekim hayvan üzerinde işaretle secde edilir; ama abdestsiz namaz kılınmaz.
Bu kaide, yukarıdaki
kaideye yakındır.. Zarar ve şerri gerektiren iki hâdise birden gelip çatarsa
en kolay ve zararı az olan tercih edilir..
Meselâ:
a) Bir koçun başı kazara bir küpe girip çıkarılması mümkün olmazsa
bakılır: hangisinin kıymet ve zararı daha azsa o ihtiyar edilir: Koyunun
kıymeti küpünkünden daha fazlaysa küp kırılır ve kıymeti sahibine ödenir. Küpün
kıymeti daha fazlaysa koç boğazlanır ve kıymeti sahibine ödenir.
Bir şeyde hem zaar,
hem de fayda birleşecek olursa, o fayda için mevcud zarar irtikâb edilmez. Bu
bakımdan zararı def etmek evlâ olur. Çünkü şeriatın menhiyatı gidermede gösterdiği
hassasiyet ve îtina, meşru' şeylere karşı gösterilmemiştir.
Meselâ:
a)
Cünüplükten dolayı kadına gusül gerektiğinde erkeklerin göremiyeceği bir yer
bulamazsa yıkanmak için guslü geciktirir. Çünkü yıkanmak faydalıysa da
erkeklerin bir kadım çıplak görmesi zararlıdır.
b) Bir kimse
mülkinde istediği gibi tasarruf edebilir, başkasına zarar vermediği müddetçe..
O
halde mülkinde tasarrufundan dolayı başkasına açıktan açığa zarar verecek
olursa, bu tasarruftan men'edilir.
Meselâ :
a) Az
yukarıda da geçtiği gibi imkânı olduğu halde çocuğuna nafaka vermiyen bir baba
hapsolunur..
b) Hazret-i Peygamber (S.A.V.) «Müslümanlara karşı kılıç çeken kimsenin
kanı helâl olur.» buyurmuştur. Çünkü o kimse tuğvan edip mütecaviz hale gelmiş
olduğundan bu zararı ancak vücudunu ortadan kaldırmakla gidermek ve ikinci bir
kimsenin böyle bir tuğyana tevessül etmemesini sağlamaktır.
Fert ve cemiyetin
ihtiyacını karşılamak gerekiyorsa bu ihtiyaç zaruret gibi kabul edilip
memnuiyet kalkar ve böyle bir ihtiyaç karşısında kıyas terkedilir.
a) «Bey'ün
bil-vefâ»ya cevaz verilmesi bu kabildendir.. Buhara halkında borç alıp
verme muamelesi çoğalınca görülen ihtiyaç üzerine bu muameleye cevaz
verilmiştir.
b) Bunun
gibi kıyas hilâfına seleme de cevaz verilmiştir.. Çünkü alım-satımda mâdumun
(henüz mevcud olmıyan şey'in) bey'i yapılamaz. Fakat ihtiyaç bu kıyasın
hilâfına cevaz vermeyi gerektirmiştir.
c) Akde giren yararlanma nisbeti belli olmamakla beraber hamamda
yıkanmak, halkın ihtiyacına mebni tecvîz edilmiştir. Bu, kıyasa aykırıdır.
Çünkü ücret belli olmakla beraber menfaat belli değildir. Hamama giren kimsenin
ne kadar kalacağı, ne kadar su sarfedeceği meçhuldür.
Zarurât,
mahzuratı mubah kılar kaidesini tavzih eder mahiyettedir.. Aç kalıp ölüm
derecesine gelen bir kimse başkasına ait ekmekten yiyecek olursa, bilâhare
onun kıymetini ödemesi gerekir. Çünkü o ekmekten yemesi her ne kadar zarurî
ise de, bu zaruret başkasının hakkını ibtâl etmez. Bu bakımdan yer ve fakat
bedelini Öder.
Bir şey'in alınması
haram kılınmışsa, o takdirde verilmesi de haramdır.
a) Rüşvet
(bunu almak haramdır; o halde vermek de haramdır.)
b) Ribâ
(bunu almak haramdır; o halde vermek de haramdır.)
Bunlar
gibi daha birçok misâller vardır..
Bu (İşlenmesi haram
olan şey'in istenmesi de haramdır kaidesine yakındır.)
Meselâ:
a) Uyuşturucu madde kullanmak haramdır. O halde
bu maddenin kullanılmasını istemek de haramdır.
b) Adam öldürme fiili haramdır; başkasının bunu
işlemesini istemek de haramdır.
c) Zina etmek haramdır; o halde
başkasının da zina işlemesini istemek haramdır.
Örf ve âdet, umumun
yararına ise, muteberdir.. Çünkü Hazıet-i Peygamber (S.A.V.) «Mü'minlerin iyi
ve gibzel görüp kabul ettiği şey, Allah katında da iyidir..» buyurmuştur.
Meselâ:
a) Birisi:
«Vallahi ayağımı falan adamın evine koymam» diye yemin ederse, bundan o eve
girmiyeceği mânası anlaşılır. Çünkü bu tâbir âdet hâline gelmiştir. Sadece
ayağını koymak mânası ise âdete uygun değildir.
b) Bir işte çalıştırmak üzere tutulan amele, aralarında hususî bir
anlaşma yapılmamışsa O beldede işçi
sınıfının kaç saat çalışması âdet ise o da o kadar çalışır.
Bu kaide, yukarıdaki
kaidenin açıklaması veyahut mütemmimi mahiyetindedir. Halkın bir mes'eîe
hakkındaki örf ve âdeti. nüsûsun zahirine muhalif değilse delil olarak kabul
edilir. Çünkü fıkıhta birçok mes'elelerde örf ve âdete rü-cû' edilir;
Meselâ:
a) Akar suyun haddi ve miktarı, halkın bu
husustaki telâkkisine göre tâyin edilir.
b) Bir kuyuya düşen koyun dışkısının azlık ve
çokluğu, bu hususla ilgili şahısların görüşüne göre takdir edilir.. Çünkü az
bir şey kabul edilirse suyu necis etmez; çok olarak kabul edilirse suyu necis
eder.
Ama
bir şey'in meselâ, ölçüye ve tartıya girdiği nass ile sabit olmuşsa artık o şey
hakkında nâsın örf ve âdetine itibar edilmez. Şöyle ki: Buğday ve arpa ölçeğe,
altın ve gümüşün tartıya girdiği meşhur Hadîs-i şeriflerle sabit olmuştur. O
halde halkın bu nassın hilâfına olan örf ve âdetine itibar edilmez.
Meselâ :
a) (A) mn
(B) ye 1000 lira borçlu olduğunu ikrar etmesi, yalan bile olsa hakikat olarak
kabul edilir. Çünkü bir kimsenin yalan yere bir başkasına borçlu olduğunu
ikrar etmesi âde-ten mümteni'dir. Öyle ise böyle bir ikrar hakikat gibi kabul edilir.
b) Nesebi
belli olan (A) için, (B), bu benim oğlumdur, derse bu âdeten mümteni'
olduğundan hakikaten mümteni' gibidir.
c) Çok fakir olan (A) mn (B) ye bir milyon ödünç para veya mal verdiğini
iddia etmesi de âdeten mümteni'dir.
Bu, örf ve âdete
dayanan hükümler hakkındadır; yoksa iki
ana kaynağın temel hükümleriyle ilgili değildir.
a) Camilerin
kapısının dâima cemaate açık bulundurulması, hem sünnet, hem de içinde
kıymetli eşya bulunmadığında sünnet idi, bulunduğu zaman ise bir âdet-i
müstahscne idî. Hırsızlık olayları tehlikeli bir hal alınca, namaz vakitleri
dışında kapanmasına cevaz verilmiştir.
b) Bir beldede Câmi-i Şerife gönderilen mum yakıldıktan sonra geriye
kalan yarısını veya üçte birini o camiin imam ve müezzininin alıp kendi
ihtiyacında kullanması âdet olduğu halde, sonraları câmi'e getirilen mum ve
sair aydınlatma araçları sadece câmi'de kullanılır, kaydına
bağlanıyorsa, o takdirde imam ve
müezzin, getiren kimseden izin almadan onu kendi ihtiyacında kullanamaz..
Bir cümleden anlaşılan
hakikî mâna, bâzan âdetin delaletiyle terkedilip hükme bağlanmaz.
Meselâ:
a) Bir kimse
et yemiyeceğine dair yemin ederse, ıztırar halinde domuz veya insan eti yiyecek olursa yeminini bozmuş sayılmaz;
çünkü âdet ve teamüle göre bunlar yenilen et gurubuna girmemektedir Âdeten bu
ikisi de yenilmez.. (Bu, İma-meyne göredir).
b) Bir kimse, «Vallahi falan adamın eşiğine ayak basmı-yacağım» derse ve
eşiğe ayak basmadan içeri girerse yine de yeminini bozmuş olur. Çünkü her ne
kadar hakikî mâna «Eşiğe ayak basmaksa da» örf ve âdete göre bununla o adamın
evine girmiyeceği mânası kasdediliyor..
Demek ki, her âdet
muteber sayılmaz; ancak devam ede-gelen veya galip durumda olan âdetler muteber
sayılır.
Meselâ :
a)
Ahm-satımda altın lira üzerine pazarlık yapılırsa o beldede devam edegelen
yahut ekseri kullanılan altın lira hangisi ise o itibar edilir.
b) Bir pazarda
iki kişi alım-satım yaparken peşin veresiye diye bir şey beyân edilmezse, o
beldede o mal hakkında câri olan Örf ve âdete göre muamele edilir..
c) Tanesi 50
kuruştan bir miktar yumurta ısmarlanır ve yumurtanın gramajı belirtilmezse, o
beldenin câri yahut galip olan âdeti itibar edilir.
Bu kaide yukarıdaki
kaidenin tamamlayıcısı mahiyetindedir. Müstesna umumî kaideyi bozmıyacağı
gibi, vukuu nâdir olan şey de galib-i şayi' olan şey hakkındaki hükmü bozmaz.
Meselâ:
a) Fazla
geri zekâlı olup kendisini kontrol edemiyen (sefih) kimse rüşde ermedikçe
malında tasarruftan men'edilir. Çünkü
ekseri sefîh olanlar 15 yaşına girdikten
sonra az-çok kendilerini kontrol edebiliyorlar. Ama bir sefîh nadiren 15
yaşına varmadan kendini kontrol edebilse de buna kıyasla hükmedilmez... Çünkü
bu nâdirattandır, yok hükmünde sayılır.
b) Uzun
yıllar kaybolan, nerede olduğu
bilinmeyen bir kimsenin, bâzı
fukahâya göre 90 yaşına kadar beklenir. Bu yaşa eriştiği sabit olunca öldüğüne
hükmedilir. Ama nadiren biri 100- 110 yaş da yaşamış olabilir; galib-i şayi'
olan ömre te'sir etmez.
Bir belde halkı
arasında mûtad olunagelen şey «Örfen mâruf» olduğundan şart kılınmış gibi
hükme medar olur. Meselâ:
a) Kızım
kocaya veren bir baba, onun için hazırlayıp verdiği çehizi, bilâhare emaneten
verdiğini iddia edecek olursa, bu hususta beldenin örfüne göre hükmedilir. O
belde kıza verilen çehizi emanet olarak değil, mülk olarak veriyorsa, babanın
bu husustaki iddiası reddedilir.
b) Bahçe
veya tarlasına tuttuğu işçiye, yemek de verilip veriîmiyeceği, söz konusu
edilmemişse de işçiler yemek de is-tiyecek olurlarsa bu hususta da o beldenin
mâruf olan örfüne göre hareket edilir.
Bu kaide yukarıdaki
kaidenin tamamlayıcısı mahiyetindedir.
Meselâ:
a) Hakkında
nass bulunmayan bir şeyde örfe itibar edilir... Ölçü veya tartıya girdiği
hakkında nass bulunmayan bir şey hakkında örfe göre muamele yapılır.
b) Çarşıdaki
esnafın çoğu, çarşıyı korumak için
ücretle bekçi tutacak olurlarsa,
esnaftan bir kısmı buna muhalif kalsa bile bekçi ücretini hepsi de bilâ istisna ödemek
mecburiyetindedir.
a) Bu
kaideye göre, bir adam alacaklısı bulunan kimsenin eline rehîn bırakmış olduğu
malım başkasına satamaz. Çünkü buna mâni' olan borçtur. Onu ödemedikçe veya
mürtehin icazet vermedikçe satılması iktiza eden merhunu satamaz.
b) Müşterek
(Ortak) bir malın hisse-i şayiasının ortak-dan başkasına îcârı doğru değildir.
a) Gebe
bulunan bir hayvan satıldığında karnındaki yavrusu da ona tabi' olarak
satılmış olur. Çünkü rahimdeki yavru vücudda anasına tâbidir; o halde satış
hükmünde de ona tâbi olur.
b) Bir arazi satıldığında, içinde bulunan ağaç
ve su da ona tâbi olarak satılmış olur. Bunun gibi, rehin olarak verilen gebe
bir hayvana veya ağaçlı bir arazij^e, doğan yavru ile mevcut ağaçlar da
dahildir, aynı hükme girer.
a) Bu kaide
yukarıdaki kaideyi açıklar mahiyettedir. Meselâ: Bir hayvanın karnındaki yavrusu
ayrıca satılmaz.
b) Bir evin
kapı ve penceresi takılı olduğu halde ayrıca satılmaz. Satılan ev ile birlikte
onlar da satılmış kabul edilir. Ama yavru doğduktan, kapı ve pencere
söküldükten sonra satılabilir; artık yavrusu anasına, kapı pencere de eve tâbi'
değildir.
Meselâ:
a) Bir evi
satın alan kimse o eve giden yola da mâlik olur. Çünkü yol evin zaruratmdan
sayılır.
b) Yine bir
evi satın alan kimse o evin önünde bulunan hela ve ağaca da mâlik olur.
Meselâ:
a) Asıl
borçlu bulunan kimse borcunu ödeyip kurtulunca onun kefili olan kimse de o
borçtan kurtulmuş olur. Çünkü borçlu asıldır; kefil onun fer'idir.
Asıl beri olunca fer'i de beri olur. Aksi değil.
b) Alacaklı
alacağını tamamen alsa, yanında rehin bulunan şey'i elinde tutma hakkı kalkar.
Çünkü rehin alacağa bağlı ve onun fer'i sayılır.
Hukukan varlığı
kalmıyan bir şey tekrar vücud bulmaz.. Ancak benzeri meydana getirilebilir.
Meselâ:
a) Vârisler,
murisin yapmış olduğu üçte birden fazla vasiyetine rıza gösterdikten sonra bir
daha dönemezler.
b) Necis
olan az suyun üzerine akar su bırakılır da çoğalıp taşar ve tekrar azalırsa,
artık bu su yine necis oldu, necis-Iiğe döndü denilmez. Çünkü çok suyun ona
karışıp taşırmasiy-le temiz olmuvtu; azalmasıyla avnı temizJik devam eder;
necis-liğe avdet etmez.
Bir şey ister aslen,
ister vasfen gayr-i sahih bir durum alırsa, onun zımnmdaki şey de gayr-i sahih
olur.
Meselâ:
a) (A), (B) ye, «Kanımı sana bin liraya sattım»
dese (B) de bu sebeple vurup onu Öldürse, kısas lâzım gelir. Çünkü insan karımı
satmak gayr-i sahih olduğuna göre zımnmdaki rıza ve teklif de bâtıl olmuş
oluyor.
b) Nikâhım mehir ile yeniliyecek olursa, bu
gayr-i sahih sayılır. Çünkü birinci nikâh bozulmadık, duruyor. O halde ikinci
nikâh bâtıl olduğu için mehir de hükümsüz kalır.
Bir şey'in aslını
ödemek edâ sayılırsa, bedelini ödemek kaza olur. Bu bakımdan aslım ödemek
mümkün olduğu müddetçe bedelini ödeme cihetine gidilemez.
Meselâ:
a) Gasb olunan
bir malı aynen duruyorsa sahibine olduğu gibi iadesi lâzım gelir. Aynı telef
olmuşsa, o takdirde varsa misli yoksa bedeli ödenir.
b) Bir evin
bir ay icarla tutulmasında hilâl asıldır. İsterse hilâl 28 günde tamamlanmış
olsun. Ama ayın ortalarında îcar edilirse, o zaman ay 30 gün itibar edilerek
ödenir.
Meselâ:
a) Alıcı,
satm aldığı şey'i, teslim almaya satıcıyı vekil edecek olursa, bu caiz olmaz.
Ama satm aldığı zahireyi öîçüp koymak için satıcıya çuvalı verse, o da
zahireyi çuvala koyacak olursa, bu zımnen ve teb'an teslim alınmış
sayılacağından câr iz olur. Çünkü satıcının malı teslim almada alıcıya vekil
olması doğru olmaz; ancak zımnen ve hükmen caiz olabilir.
b) Görmediği
bir şey'i satın alıp teslim alınmasına birisini vekil edecek olur; vekil de
henüz malı görmeden «Ben görme muhayyerliğini iskat ettim» derse müvekkilinin
görme muhayyerliği sakıt olmaz. Ama vekil görüp de malı teslim alacak olursa,
artık müvekkilinin görme muhayyerliği sakıt olur. (Bu İmâm Ebû Hanîfe'ye
göredir. İmâmeyn bu hususta muhali!
kalmışlardır.)
Umumun hak ve
düzeniyle ilgili olmıyan mes'ele ve muamelelerde, başlangıçta caiz olmadığı
halde, bir mahzur yoksa sonuç itibariyle caiz olabilir.
Meselâ:
a) Hisse-i
şâyîalı olan bir malı bu şekliyle başlangıçta hibe etmek caiz değildir. Fakat
hibe olunan bu malın şayi' hissesini müstehak olan kimse zaptedecek olursa,
geri kalan kısımda hibe hükümsüz olmaz; kendisine hibe edilenin malı olarak
kalır.
b) (A), (B)
ye bir ev hibe ettikten sonra yarısına rücû eder, yâni yarısının hibesinden
vazgeçer de ev ikisi arasında şâyialı olursa, bu, hibenin devamını ve bakasıııı
men'etmez.
«Baka ihtidadan esheldir»
kaidesi de bunun tamamlayıcısı ve îzâhı mahiyetindedir.
Meselâ :
(A), (B)'ye bir şey
hibe etse, teslim alınmadan önce hibe tamam olmaz. Çünkü hibe de îcâb kabul ve
kabzı gerektiren bir akittir. Sadaka da böyledir.
Bu bakımdan İslâm
fıkhına göre Sultan, kaatili afvedip kısas olunmaktan kurtaramaz.
Bir vakfe mütevelli
olan şahsın velayeti, hâkimin velayetinden daha kuvvetlidir; çünkü
mütevellinin velayeti hususîdir, hâkimin ise umumîdir.
Bu itibarla:
a) Kaadı,
velîsi bulunan yetimi evlendiremez. Ancak o yetimin velisi olmadığı zaman velâyet-i
âmme yetkisiyle evlendirebilir.
b) Maktulün
velisi kısas talebeder; dilerse sulha gidip af-vedebilir. Fakat İmam (Lider)
afvetmeye yetkili değildir. Çünkü liderin velayeti, velâyet-i âmmedir,
velisinin ise hassedir..
Yâni bir söz, bir
mânaya hamli mümkün oldukça ihmâl olunmamahdır; i'mâli mümkün olmadığında ise
ihmal (manasız itibar) edilir.
Meselâ:
a) (A)
malını evlâdına vakfeder ve fakat (A) mn evlâdı olmayıp torunları olduğu tesbit
edilirse evlâd kelimesini torunlara
hamlederek İ'mâl etmek ihmâlinden
evlâdır; mecaz yollu amel edilir.
b) (B) «Ben
oğlumu oğulluktan çıkardım» derse, bu sözü mânalandırmak mümkün olmadığında
ihmâl (manasız itibar) edilir. Çünkü babalık ve oğulluk tabiî bir olaydır;
mânâsız kılınamaz.
Meselâ:
a) (B) «Şu
un'dan yemiyeceğine yemin edecek olur ve un' dan yapılan ekmek ve herhangi bir
şeyden yiyecek olursa, yeminini bozmuş olur. Ama o un'dan yiyecek olursa
yeminini bozmuş olmaz. Çünkü burada hakikî mâna mümkün olmadığından mecazî
mânaya gidilmiştir.
b) (C)
Babasının kim olduğu bilinen karısını kasdederek: «Bu benim kızımdır» derse,
(C) nin bu sözüyle karısı kendisine haram olmaz, Çünkü kelimeyi burada hakikî
mânasına almak mümkün değildir.
Yâni bir sözün hakikî
ve mecazî bir mânaya hamli mümkün olmazsa, o halde mühmel, yâni mânâsız
bırakılır. Meselâ : Yukarıdaki (b) maddesindeki misâl, buna da misâldir..
Yâni parçalanmayan bir
şey'in bir kısmım anmak, tümünü anmak gibidir. Meselâ:
a) (D) «Ben karımı yarım talâkla boşadım» derse
talâk bölünme kabul etmiyeceği için bir talâkla boşamış olur.
b) Maktulün velilerinden bir kısmı kaatile kısas
yapılmamasını isterse, bütün velilerin isteği gibi kabul edilir.. Çünkü kısas
bölünmez.
Yâni nassan veya
delâleten bir kayıt ile mukayyed olmadığı takdirde mutlak itlâkı üzere câri
olur.
Mutlak:
cinsinde şayi olan; şümul ve lâyîn olmaksızın birçok
hisseleri ihtimal
edinen lâfızdır.
Takyîd:
Herhangi bir sebeble şuyû'dan çıkan lâfızdır. Meselâ :
a) (A)
kendisine ait tarlayı (B) ye hiç bir kayıt koymak-sızın icâre verse, (B) bu
tarlayı istediği şekilde kullanabilir; isterse buğday eker, isterse sebze...
b) (A)
kendisine ait hanı (B) ye ariyet olarak verse ve hiç bir takyidde bulunmazsa,
(B) bu hanı isterse depo olarak, isterse oturmak için kullanabilir.
Ancak bu hususlarda
örf ve âdete uymayan şeyleri yapamaz. Yâni örf ve âdete uymayan işi o handa
yapamaz.
Delâleten bir takyîd
bulursa,
Meselâ: (A), Kurban
bayramına takaddüm eden günlerde (B) yi, kendisine bir koyun almak üzere vekîl
etse, her ne kadar buradaki lâfız mutlaksa da delâleten bir kayıt mevcuttur; o
da kurban bayramının yaklaştığı, bu itibarla (B) nin koyunu istediği vakit
değil de Kurban günlerinden önce satın alıp getirmesi gerekir.
Yani alım-satım
esnasında meydanda olan bir malı vasfet-mek boştur; bir değer taşımaz. Çünkü
görmek, tariften de tavsiften de kuvvetli sayılır. Meydanda gözle görülmeyen
bir malın vasıflarına itibar edilir. Çünkü görüp muayene imkânı mevcut
değildir.
Meselâ :
a) (A)
Kendisine ait hazır bir kır atı (B) ye, «Bu yağız atı şu kadar liraya sana
sattım» derse, (B) atı gördüğü halde alırsa (A) nın «Yağız» diye vasfetmesi
boştur, bir mânâ taşımaz ve (B) de satın aldıktan sonra «Sen yağız dedin,
halbuki at kırdır, ben kabul etmem,» diyemez.
b) (A)
Bağdaki üzümü görüp beğendikten sonra bağ sahibine bana şu bağın üzümünden şu
kadar sat derse, bağ sahibi de, üzüm siyah olduğu halde, şu beyaz üzümden sana
şu kadar sattım derse; akit bittikten sonra (A) «Sen beyaz üzüm dedin, halbuki
bana verdiğin siyah çıktı, bu bakımdan iade edip akdi bozacağım,» diyemez..
Yâni bir soruda
sorulan ne ise, ona verilen cevapta aynı söz tekrar etmiş sayılır. «Şu atını
bana şu kadar liraya sattın mı?» diye sorsa, at sahibi de «evet» dese, bundan
«şu atımı sana şu kadar liraya sattım» mânası çıkar; böylece sual-cevapta iade
olunmuş olur.
Bir iki misâl:
a) (A) «(B) nin karısı boştur ve (B) şu eve
girecek olursa Kâbe-i Muazzama'ya gitmesi vâcib olur» derse, (B) de «evet»
diye tasdikde bulunursa, suâl cevapta tekrar ettiğinden her iki hususta da (B)
yemin etmiş sayılır.
b) (A)'nın
karısı (C), kocasına hitaben «Ben
boşum!» derse, (A) da «evet» diye cevap verirse (C) boşanmış olur..
Yâni (A) nın
söylemediği bir sözü «söyledi veya söylemiştir» denilemez. Ancak söz
söylenmesi ihtiyaç hissedilen yerde susmak beyân sayılır.
Meselâ :
a) (A)
pazara çıktığında başka bir yabancının kendisine (yâni (A)'ya) ait malı
satmakla meşgul olduğunu görür ve fakat onu men'etmez ve susarsa, buradaki
susmak yabancıyı vekil tâyin ettiğine delâlet etmez.
b) Bunun
gibi mürtehin râhinin rehîn olarak
bırakılan şey'i sattığını görür ve susarsa, rehinin hükmü bâtıl olmıyaca-ğı
gibi, bu bir rıza da sayılmaz.
Yalnız 37 mes'ele bu
kaidenin dışında kalır. Bu mes'elelerde sükût izin mânasına kullanılmaz.
Yâni hakikatına ittilâ
güç olan kapalı hususlarda zahirî deliliyle hükmolunur. Meselâ:
a) Hatâen (A), karısına «Sen hoşsun» diyecek
yerde «Sen boşsun» derse, karısı boş düşer. Burada bâtını bilinmediği için
zahirî deliliyle hükmedilir. İmâm-ı Şafiî
buna muhalefet etmiştir.
b) Uykuda
olan birinin ağzından «Sen boşsun!» veya «Karım boştur» şeklinde çıkan söz
irâde dışı vuku bulduğu ve kas-den söylenmediği yâni bâtınî durumu bilindiği
için, zahirî sebebe de burada itibar edilmiyeceğinden bir hüküm ifâde etmez.
(Mükâtebe muhatebe
gibidir.) Meselâ :
a) Borçlu,
alacaklının kendi el yazısıyla «falan
kimsede bulunan şu kadar alacağımı aldım.» Veya «borçlum adı geçen
borcunu tamamen kapatmıştır.» yazılı olduğunu iddia eder ve yazılı kâğıdı
çıkarıp isbat ederse, iddiası kabul edilir. Çünkü yazı ile beyân sözle beyân
gibidir.
b) (A)
ölmeden önce hazırladığı vasiyetnamesine «falan adama şu kadar borcum var» diye
yazarsa bu, sözle beyan yerine geçeceğinden muteber sayılır.
Konuşma melekesi
yerinde olan veya bir an için dili tutulan kimsenin işaretine itibar edilmez.
Dilsizin işareti
ahm-satımda, icâre ve hibede rehin ve nikâhta, talâk ve ibrada, ikrar ve
kısasta muteberdir; hududda değil... Bu hususlarda yazı yazma kudreti de olsa
yine işaretine itibar edilir.
Tercüman, bir dili
başka bir dile çeviren kimseye denilir. Mütercimin ibaresi, sahibinin ibaresi
gibidir. İmam Ebû Hanî-fe ve İmâm Ebû Yûsuf'a göre mütercimin bir kişi olması
da yeter.
Bir şey'in vukuu
zannedilir; sonra da öyle olmadığı tesbit
edilirse, o zanna itibar edilmez. Meselâ: (A), (B) ye borçlu olduğunu
zannederek bir miktar para ona verdikten sonra borçlu olmadığı anlaşılırsa,
zanna itibar edilmiyeceğinden verdiği parayı geri alır.
b) Kendisine
ait olduğunu zannederek bir koyun kesip yer veya satar, sonra başkasına ait
olduğu anlaşılırsa onu ödemesi .gerekir.
Yâni delil ve emareden
neş'et eden ihtimal muteber tutulur ve buna mukabil hüccet olan şey'e itibar
edilmez.
Meselâ:
a) Ölüm
hastalığı içinde iken varislerinden birine şu kadar ... borçlu olduğunu ikrar
eder; fakat diğer vârisler bunu tasdik etmezse, bu ikrar muteber değildir.
Çünkü diğer vârislerden mal kaçırma ihtimali daha kuvvetlidir.
b) (C) 70
yaşında olduğunu iddia edip bunu şahitlerle isbat eder ve fakat görünüşü bunun
doğru olmadığını gösteriyorsa iddiası
ve şahitlerin şehâdeti kabul olunmaz...
Tevehhüm, sadece kalbe
arız olan hakikatten uzak bir vehimdir.. Şüphe derecesinden bile zayıftır. O
halde mücerred tc-vehhümle hüküm sabit olmaz.
Meselâ:
a) Elinde
kanlı bıçak ile heyecanlı bir vaziyette bir evden çıkan (A) dan hemen sonra o
eve girilir ve içeride bir adamın bıçakla öldürüldüğü görülürse kaatilin (A)
olduğuna hükmedilir; Öldürülen adamın intihar ettiğine itibar edilmez. Çünkü
bu olayda intihar bir vehimden ibaret kalır.
b) (A) ile
(B) nin evleri arasında fâsil olarak bulunan (A) ya ait duvarda (A) hava almak
için bir insan boyu yüksekliğinde bir delik açar, delik de insan boyunu aştığı
için oradan (B) nin evinin veya avlusunun içini görmek mümkün olmaz, (fakat
(B) bu vehme kapıhrsa, (A) bu deliği açmaktan men'edilir mi, hayır, edilmez.
Kesinlik ifâde eden
mukaddemelerden meydana gelen veya beyyine-i âdile ile sabit olan şey'e
«burhan» denilir. Buna kuvvetli ve kesin delil de denilebilir.
Burhan ile sabit olan
şey, ilm-i istidlalidir; gerçeğe dayanmakta ilm-i zaruriye benzer. Bu itibarla
burhan ile sabit olan şey, muayene ve müşahede ile sabit olan şey gibi kesinlik
ifâde eder.
Meselâ :
Dâvâlı olan (A) hâkim
huzurunda aleyhinde iddia edilen dâvayı ikrar edecek olursa, hâkim beyyine
araştırmadan dâvayı hükme bağlar. Çünkü kişinin kendi aleyhindeki iddiayı ikrar
etmesi, muayene ve müşahede derecesinde sayılır.
Hazret-i Peygamber (S.A.V.):
«Beyyine müddeî üzerine, yemin de inkâr eden üzerine düşer» buyurmuştur.
Hukukta bu hadîs esas olarak kabul edilmiştir.
Çünkü Beyyine hilâf-ı
zahiri isbat için, yemin ise aslı ibka içindir.
Beyyine, müddeanın
doğruluğunu, gizli ve kapalı olan şey'-in isbâtını meydana koyacak kuvvetli
delil demektir. Şehadet, ikrar, sened gibi...
Meselâ:
(A), (B)'den alacak
dâva eder, (B"> borçlu olduğunu inkâr ederse, burada borçlu olmamak
asıldır ve açıktır. Borçlu olmak ise, ânzî olacağından gizli ve kapalıdır. O
hale (A) dan beyyine taleb edilir. (A) beyyine getirmezse (B)'ye yemin gerekir.
Hanefîlere göre
beyyine getirmeyen davacıya yemin verilmez. Şâfiîlere göre davacıya iki yerde
yemin teklif edilir:
1 Dâvasını isbata yalnız bir şâhid getirdiğinde...
2. Dâvasını
isbat edemediği için önce dâvâlıya yemin teklif edilir; davalı bundan imtina
ettiğinde...
Yâni beyyine, herkes
hakkında bir hüccet sayılır; sadece onu ikame eden için değil.. İkrar ise
sadece mukirre (ikrar eden) için bir hüccettir; başkasına geçişli değildir.
Çünkü ikrar, mukirrin şüpheli iddiası üzerine kurulan bir hüccettir; başkasına
hüccet olamaz. Hem mukirrin başkası üzerine velayeti de yoktur. Beyyineyi
hüccet olarak kabul eden hâkimin ise umumî velayet hakkı vardır.
Meselâ:
(A; ölmüş olan (B) nin
vârisi olduğunu iddia eder; (B) nin asıl vârislerinden (C) de (A)nın bu
iddiasını kabul edip ikrarda bulunursa, (C) nin bu ikrarı ancak kendi hakkında
muteber sayılır. Ama (A) bu iddiasını beyyine ikame ederek is-bat edecek
olursa, hüküm bütün vârisler hakkında muteberdir. Çünkü hâkimin velâyet-i âmme
hakkı vardır.
İkrar, lügat olarak:
bir şey'i dil veya kalb ile veyahut her ikisiyle isbât etmektir; inkârın zıddı
olmuş oluyor. Şeriat lisanında: kendi üzerinde bulunan başkasına ait hakkı
haber vermektir. Bu bakımdan ikrar mukırri ikrar ettiği şeyle ilzam eder... Ama
(B) kendi lehinde (A) nm yapmış olduğu ikrarı reddederse artık (A) ikrariyle ilzam
olunmaz.
Meselâ:
a) (A), (B) ye 1000 lira borçlu olduğunu ikrar
eder, (B) de bunu reddetmezse, (A) üzerine 1000 lira borç gerekli olur.
b) (A) mn evinden çalman bir malı, (B) «Ben
çaldım» diye ikrar ederse, tazmin ve tecziyesi gerekli olur.
Davacı, getirdiği
hüccet hilâfına bir ikrarda bulunmuşsa, artık o hüccetin bir değeri kalmaz.
Şahitler şehadetle bulunduktan sonra, bundan dönecek olurlarsa, şehadetleri
hüccet olmaz
Meselâ:
a) (B), «(C) de olan alacağımın hepsini aldım»
diye ikrarda bulunduktan sonra, (C)'de şu kadar daha alacağım kaldı diye dâva
ederse, dâvası dinlenmez..
b) (A), (B) ye ödünç para verdiğini iddia eder
(B) de bunu reddeder, bunun üzerine (A)
dâvasını hüccetle isbât ettikten sonra (B)
«Ben ona olan borcumu ödemiştim» derse dâvası dinlenmez.
Meselâ:
a) Bir kimse
«falanın falana şu kadar lira borcu vardır; ben ona kefilim» dese, ve aslın
inkârı üzerine alacaklı alacağını iddia etse, mezkûr borcu kefilin vermesi
lâzım gelir.
«Asıl sakıt oldukta
fer' dahi sakıt olur» kaidesi, muttarid olmakla beraber, bâzan asıl sabit
olmadığı halde fer sabit oluyor. Yukarıdaki misâlde olduğu gibi.
Şart ve ceza ile
birbirine bağlı olan iki cümlenin taşıdığı mâna arasındaki bağlantı gibi. Buna
«Talik» denilir. Yâni ikinci cümlenin, mazmunumun (ki buna «ceza cümlesi»
denilir) meydana gelmesi, birinci cümlenin mazmumunun meydana gelmesine
bağlıdır.
Meselâ:
a) (B) kendi karışma «Eğer falan adamın evine
gidersen benden boş ol!» derse burada bir şart vardır; «falanın evine gitmek».
Şartın sübutuyla, ona bağlı olan «kadının boş düşmesi de sübut bulur.
b) (A), «falan kimse şu malımın fuzulen
sana satışını yapmışsa, ben de icazet veriyorum» derse o takdirde mal o
adam tarafından satılmışsa (A) nm icazeti muteber tutularak hüküm ifâde eder.
Buradaki şartla 79.
maddede geçen şart arasında fark vardır: 79. maddedeki şart belirtildiği gibi
talik mânasına olup şartla ceza cümleleri arasındaki bağlantıyı ifâde eder.
Burada ise, akidlerde ileri sürülen bir takım kayıt ve şartlardır.
Meselâ :
a) Vakfedilen bir gayr-ı menkulün gailesinin o
semtteki camie veya medreseye sarfedilmesi şart kılmrmşsa, buna mümkün olduğu
müddetçe riayet olunur*
b) (A), (B) den satın alacağı bir malı, 24 saate
kadar geri verebilir şartiyle alacak olursa, o takdirde bu müddet içinde (B)
malı geri verebilir; (A) da bu şarta riâyet eder.
Yâni va'd bir şey'e
talik edilirse, gerekli olur. Meselâ:
a) B), (C) ye, «Sen bu malı (D) ye sat, eğer
parasını vermezse ben veririm derse, o malı salın alan (D) de parayı vermezse,
vaidde bulunan (B) nin malın karşılığı olan parayı Ödemesi gerekir.
b) (A),
(B)'ye şu işimi yaparsan, (C) ye olan
borcunu ben öderim der; (B) de o işi yapacak olursa, (A) nın o borcu ödemesi
lâzımdır..
Yâni bir şey telef
olduğu takdirde zararı kime ait ise, onun zimmetinde demek olup o kimsenin bu
veçhile kefilliği o şey ile intifaa mukabil olur..
Meselâ:
Hiyar-i ayb ile
reddolunan bir hayvanı, alıcının kullanmış olmasından dolayı satıcı ücret alamaz.
Zira reddetmeden önce telef olsaydı zararı alıcıya ait olurdu.
Yâni bir şey tazmin
edilince, o şey'in kullanılma ücreti alınmaz.
Meselâ:
(A), (B) nin atım veya
evini gasbedip kullandıktan sonra, (A) nm bu malı ondan tazmin edilince, artık
kullandığı günlerin ücreti kendisinden alınmaz.
Yâni bir şey'in
menfaatine nail olan kimse, o şey'in mazarratına da katlanır. Meselâ:
a) Müşterek
bir arabanın sağladığı menfaat ortaklara ait olduğu gibi bu arabanın tamirine
sarf edilen de yine onlara aittir.
b) Müşterek
bir mülkün hâsılat ve menfaati ortaklarının hisselerine göre olacağı gibi,
onarım ve ıslahı için yapılan masraf da yine onların
Bu kaide, yukarıdaki
kaideyi açıklar mâhiyettedir..
Çünkü bir şey'i
işlemeye dair verilen emir, zorlayıcı ve ilzam edici değildir. Çünkü âmirin verdiği
emir, o işin yapılmasını veya fiilin işlenmesini talebden ibarettir. Fiilin
işlenmesi ise, memurun ihtiyar ve isteğiyle oluyor. O halde, mücbir bir sebeb
olmadıkça işlenen fiilin hükmü failine izafe edilir; âmirine değil...
Ancak birkaç yerde
müstesna, yâni o yerlerde hüküm âmire izafe edilir; me'mure değil. Meselâ:
1. Amir
Sultan (hükümdar) olursa,
2. Amir;
me'murun efendisi, yâni memur köle olursa,
3. Memur
sabiy (çocuk olursa).
Meselâ: Birinin umuma
ait yolda kazmış olduğu kuyuya, başkası, birinin hayvanını atıp itlaf etse, o
zâmin (mislini veya bedelini Ödemekle yükümlü) olur. Kuyuyu kazan kimseye
tazmin gerekmez.
Yâni bir şey'e şer'an
(hukukan) cevaz verilmişse, o şey sebebiyle vuku bulacak bir zarar, o şey'in
sahibine tazmin edilmez.
Meselâ:
Bir adama kendi
mülkünde kazmış olduğu kuyuya birinin hayvanı düşüp telef olsa tazmin gerekmez.
Çünkü şahsın kendi mülkünde tasarruf hakkı vardır..
Çünkü o fiile bizzat
başlaması, isim, mâna ve hüküm yönünden illet sayılır.
Meselâ:
Kasden olmaksızın
hırsızlığa yol gösteren, adam öldürmeye delâlet eden kimseye tazmin gerekmez;
ancak muahaza edilir (kınanır.) Çünkü ara yerde fail-i Muhtar mevcuttur.
Yâni sahibinin ihmal
ve kasdı olmaksızın bir hayvan bulunduğu mer'ada bir zarar yapacak olursa, o
zarar hederdir; hayvanın sahibinden tazmin edilmez.
Çünkü başkasının
mülkünde izni olmadıkça
tasarrufa kimsenin hakkı yoktur.
Yâni bir şey aslında
(nefsülemirde) değişmediği halde temellük sebebi değişince, o şey de değişmiş
sayılır.
Meselâ:
Zekât, zengine
verilmez. Fakat zekât alan fakir ona sahip olduktan sonra onu bir zengine hibe
edebilir.
Meselâ:
Bir şahıs erken mirasa
konmak için murisini öldürecek olursa, irsten mahrum olur; çünkü mirasa,
vaktinden evvel sahip olmak istemiştir.
Ancak 8 mes'ele bu
kaidenin dışında kalır id el-Eşbah ven-Nezâir'de belirtilmiştir.
Yâni bir kimse kendi
rızâsı ve fiiliyle, tamam olan hukukî bir muameleyi bozmağa çalışırsa, bu kabul
olunmaz.
Meselâ:
Denizlerden,
göllerden, ırmaklardan herkes yararlanabilir.
Zahir, söylenince ne
kasdedildiği anlaşılan sözdür. Mâna açık olduğundan te'vil ve tefsire ihtiyaç
olmaz.
Ancak başkasının,
vefat eden üzerindeki ve onun da başkası üzerindeki haklan zimmet olarak kabul
edilir.
Meselâ:
Cinnet, hacri
gerektirir. Cinnet arızî bir özürdür, kalkınca, hacr de hükümsüz kalır.
1. el-Eşbah
ve'n-Nezâir / îbni Nüceym. Mısır baskı: 1322.
2. Mir'ât-ı
Mecelle / Müfti Mes'ud Efendi. İstanbul baskı: 1299.
3. Mecelle-i
Ahkâm-ı Adliyye / İstanbul baskı: 1314
4. Hukuk-ı
İslâmiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu / Ömer Nasuhî Bilmen. İstanbul
baskı: 1949
5. Reddü'l-Muhtar
Alâ Dürri'l-Muhtar / Şeyh Muhammed Emin. ........................... baskı:
1286.
6. Menâfiu'd-Dakayik Fî-Şerhi Mecmai'l-Hakayik / Muhammed Hâ-dimî.
İstanbul baskı: 1288.
7. Haşiyetü
Nesemâti'l-Eshar Alâ Şerhi İfâdeti'l- Envâr / İbni Âbidîn. İstanbul baskı: 1300.
8. islâm
Hukuk Naziriyatı Hakkında Bir Etüd / Sava Paşa. Yeni Matbaa, Ankara:
1955.
9. Hukuk
Tarihinde İslâm Hukuku / Ali Himmet Berki. Örnek Matbaası Ankara: 1955.